Mürcie

Risale-i Nurdan Bir Kavram

İslamiyet’in ilk dönemlerinde Kur’an ve sünnet ışığı altında dinî konuları yorumlamanın neticesinde, dinianlayış farklılıklarından doğan bir takım ayrılıklar, ihtilaflar vukû bulmuştur. Gerek fikrî, itikadî, gereksesiyasî bazda vukûa gelen bu ihtilafların akabinde mezhepler, fırkalar zuhur etmiştir. Hanefî, Şafiî gibi fıkhîmezheplerin yanında, Mutezile, Cebriye, Mücessime, Haricilik gibi itikadî ve siyasî olan fırkalar ortaya çıkmıştır.Bu fırkalardan biri de ilk dönemlerde ortaya çıkan fitnelerin doğurduğu Mürcie fırkasıdır.

Mürcie, kelime anlamı itibariyle "irca’ edenler" demektir. İrca’ kelimesi iki ayrı manaya gelmektedir.Bunlardan birincisi, "geri bırakmak ve mühlet vermek", ikincisi ise "ümid vermek, ümide düşürmek"manasındadır. Terim olarak ifade edecek olursak; irca’ kelimesi, büyük günah sahibi hakkındaki hükmü ahiret gününebırakmak manasındadır. Onun cennet ehlinden veya cehennem ehlinden olup olmadığına ise bu dünyada karar verilmez.

Mürcie fırkasının ilk tohumları Hz. Osman’ın son devirlerinde ekilmiştir. Hz. Osman’ın hakimiyeti, valilerin idaresihakkında sözler çoğalıp, İslam âleminin her tarafında dedikodular artıp, nihayet Hz. Osman’ın şehit edilmesiyle İslam’dayara açılınca, Ashabdan bir kısmı bu hususta sükûtu ihtiyar ettiler ve Müslümanları birbirine tutuşturan bufitneye iştirak etmekten çekindiler. Tavırlarına dayanak olarak da sahabeden Ebu Bekre’nin rivayet ettiği şu hadiseyi gösterdiler:"Hz. Peygamber, ‘ileride bir takım fitneler kopacak, o zamanda oturan, yürüyenden daha hayırlıdır, yürüyen koşandandaha hayırlıdır. Bu fitneler koptuğu zaman kimin devesi, koyunu varsa ona baksın, kimin arazisi varsa ona sarılsın’dedi. Bunun üzerine bir adam sordu: ‘Yâ Resûlullah devesi, koyunu arazisi olmayan ne yapsın?’ Hz. Peygamber: ‘Kılıcınıeline alsın, onun keskin yüzünü bir taşla ezsin, sonra eğer kurtulabilirse kurtulsun.’"1 İşte bu grup, Hz. Osmanzamanında ortaya çıkan ve onun katledilmesiyle sonuçlanan fitnelere bulaşmaktan çekindi. Fakat bu fitnenin sonuçlarıHz. Ali zamanına kadar uzayınca, onlar da bu türlü çekimser davranmaya devam ettiler ve hatta mü’minlerin emiri Hz. Aliile Muaviye arasında cereyan eden savaşlar hakkındaki görüş ve kanaatlerini söylemek istemediler, hangi tarafın haklıolduğu konusunda da kesin bir hükme varmaksızın, kararı te’cil edip, durumlarını Allah’a bıraktılar.2

Müslümanlar arasında ihtilaflar şiddetlenince, bu ihtilafların sebeplerine ve sonuçlarına dair hükümler verme,kanaat ortaya koyma fiilleri de artarak devam etmiş ve üstelik bunlara bir de büyük günah işleyenin durumu ile ilgiliihtilaf eklenmiştir. Bu gidişat, bir kısım ashabın değer verdiği "irca’" metodunu benimseyen bir grubunzuhuruyla neticelendi. Nitekim, sözkonusu grup, irca’ metodu gereği "kebire" işleyenler hakkındaki hükmün,"Gaybları en iyi bilen Allah"a havale edileceğini kabul etmişlerdir. Yine bu tavrın gereği olarak hem siyasîihtilaflar hakkında, hem de günah işleyenin durumu hakkında kanaat belirtmekten çekinmişlerdir.3

Görüşleri

Yukarıda genel hatlarıyla ifade etmeye çalıştığımız Mürcie fırkası, fikirlerine dayanak olarak Hz. Peygamber’inyukarıda zikrettiğimiz hadisini göstermişlerdir. Ancak daha sonraki dönemlerde fırkaların çeşitlenmesiyle birlikte,Mürcie fırkasının menfî yönde bir ilerleme katettiğini görmekteyiz.

Mürcie’nin, ilk dönemlerde ihtilafa düşmemek ve bazı günahların affedilebileceği ve suçlarının iyiliğe çevrilebileceğiümidiyle, kebire işleyenin hakkındaki hükmü kıyamet gününe bırakmak şeklinde takip ettikleri yol, şüphesiz sağlamve doğru bir yoldur. Buna karşın ilk Mürcie’nin halefleri, kebire işleyen hakkında tayin olunmuş bu selbî(olumsuzlukla ilgili) kanaatle iktifâ etmeyip, bu konuda verilmiş hükmü aşarak, imanla beraber günahın da bir zararvermeyeceğini kabule gitmişlerdir. Bu konuda demişlerdir ki, "İman; ikrar, tasdik, itikad ve marifetten ibarettir.Bu hakikatler mevcut olmakla birlikte masiyet imana bir zarar vermez. Ayrıca iman amelden ayrı bir şeydir." Bu türlüdüşünenlerden, imanın kalb ile inanmaktan ibaret olduğunu iddia edecek kadar ileri gidenler, ifrat ve tefrite düşmüşlerdir.Öyle ki, bunlar meseleyi; "Eğer biri çıksa da küfrü diliyle açıklasa, putlara tapsa veya İslâm diyarındaYahudilik ve Hıristiyanlığa sarılsa, yine İslam diyarında teslis’i ortaya koysa ve üstelik bu halde iken ölse, Allahkatında tamamen kâmil bir imana sahip mü’mindir, cennet ehlindendir." diyecek kadar ileri götürmüşlerdir. Hattabu kadarla kalmamış, onlardan bir kısmı şu iddiada da bulunmuştur: "Biri kalkıp, ‘ben Allah’ın domuz eti yemeyiharam kıldığını biliyorum, fakat O’nun haram kıldığı domuzun, şu bildiğimiz koyun mu yoksa başka bir hayvan mıolduğunu bilmiyorum’ dese yine bu kimse mü’mindir."

Bundan anlaşılan ise; onların ameli imâna bağlamak ve eğer kişi sâlih ise cennete, değilse cehenneme girmekmes’elesinde imânı tercih etmek suretiyle ameli küçümsedikleri ve böylece de haddi aştıkları, bunun da menfî bir günaholduğu gerçeğidir. Diğer taraftan onlar, imânın aslını da basit görerek hakikatini tahrif etmişler ve çürütücüdelillerin muhalefetine rağmen imânı, kalbin mücerred bir anlayışı, iz’ânı saydılar.4

Biraz önce temas ettiğimiz gibi, Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra zuhur eden çeşitli fırkalarla birlikte, bu dönemdensonra Cemel, Sıffîn savaşları sonucunda ölen ve öldürenler hakkındaki hüküm, mürtekib-i kebire yani büyük günahişleyen kişinin durumu veya kader problemi gibi ümmette bir takım ciddî kelamî problemler ortaya çıkmıştır. Buproblemlerin çözülmesi hengâmında ise fırkalar arasında münakaşalar olmuş ve neticede her fırka kendi görüşlerinitatbik için arkasına siyasî desteği almaya çalışmıştır.

Hilafet meselesiyle birlikte münakaşalar daha da alevlenmeye başlamıştır. Mevcut yönetimin hilafetini meşrulaştırmakiçin kendilerine yakın bulduğu fırkaları desteklemesi, diğerlerini ise baskı altına alması, olayı siyasî boyutakaydırmıştır. Nitekim Emeviler, kendi hilafetini meşrulaştırmak için bir dönem Mu’tezile’yi ve aynı zamanda Mürcie’yidesteklemiş, Cebriye, Kaderiye gibi fırkalara karşı istibdat uygulamıştır. Bu gibi istibdatlar, neticede âlimlerin debir baskıya maruz kalması sonucunu doğurmuştur. Farklı fırkalara mensup âlimlerin görüşlerini özgür olarak ifadeedememesi, ifade edenlerin ise çeşitli cezalara çarptırılması ise ilmî bir istibdadı ortaya çıkarmıştır. Neticeitibariyle istibdat, fırkalar arasında ihtilafların vukua gelmesine, ayrılıkların artmasına, alimlerin dinî konulardagörüş beyan ederken İlahî kanunların yanında yönetimin kanunlarını da dikkate almasına, dolayısıyla hakikatiortaya çıkaracak olan serbest fikir çatışmalarına (müsademe-i efkâr) engel olmuştur. Üstad Bediüzzaman Hazretleride bu fırkaların doğuşunda en önemli etkenlerden birinin siyasi istibdat ve onun neticesinde doğan ilmî istibdat olduğunu,şu ifadeleriyle ortaya koymuştur: "Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyet’izillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyet’i zehirlendiren, hatta her şeye sirâyetile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarınıtevlid eden, istibdattır.

"Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezilegibi İslâmiyet’i müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir."5

Bir başka yerde ise Üstad Hazretleri, ilim alanında serbestliğin, düşünce ve ifade hürriyetinin elzem olduğunubelirtir ve şöyle devam eder: "Ta ki, efkâr-ı umumiye-i ilmiye feveran ile ağraz ve enâniyet ve evham ve şübehâtıbel’ etsin. Zira her bir âlim kendi fikrini herkese kabul ettirmekle taklit yolunu açmak ve taharri-i hakikatin yolunuseddetmekle bir nev’i istibdad-ı ilmiye yapıyor. Elhasıl, istibdat gerek idare, gerek ilimde olsun semerât-ı sa’yiistihlâkla istikbale istidbâr ediyor. İdarede kuvvet kanunda olmalı ve ilimde hakta olmalı. Yoksa istibdat hüküm-fermâolur."6

Mürcie’nin İkiye Ayrılması

Mürcie fırkası siyasî ihtilafların artması ve kelamî meselelerin çözümlenememesi nedeniyle, zamanla ikiye ayrılmıştır.

1. Sahabe devrinde ve daha sonra Emeviler zamanında vukua gelen ihtilaflar hakkında hüküm vermekten çekinen, onlar hakkındakihükmü "gaybı bilen Allah"a bırakan grup,

2 "Allah, küfürden başka her günahı affeder" diyen grup. Bunlara göre imanla beraber, masiyet fayda vermez; küfürleberaber taat fayda vermediği gibi.7

Mutezile fırkası, "büyük günah işleyen Cehennemde ebedî kalmaz, günahı kadar azap görür, belki Allah onuaffeder" diyenlere Mürcie namı vermişlerdir. Bu nedenle Mutezile, İmam-ı A’zam Ebû Hanife’ye ve talebeleri İmamYusuf ve İmam Muhammed’e Mürcie demişlerdir. Bu hususta Şehristanî özetle şunları söyler: "Ebu Hanife’ye veashabına Ehl-i Sünnet Mürcie’si denir. Kelamcılardan çoğu onu Mürcie arasında sayar. Bunun sebebi şu olsa gerek: O,’iman kalble tasdiktir, ne artar, ne eksilir,’ diyordu. Bundan onun, ameli imandan geri bıraktığını zannettiler, halbukiamel hususunda o kadar titiz davranan Ebu Hanife ameli terkle fetva verir mi? Ona Mürcie denmesi şu yüzden olabilir: Obirinci asırda ortaya çıkan Kaderiyye ve Mutezile’ye muhalifti. Mutezile kader mes’elesinde kendisine her muhalif olana Mürciederdi. Hariciler de böyle yaparlardı. Bu isim ona mutlaka Mutezile ve Hariciler tarafından verilmiş olmalıdır."8

Sonuç

İlk dönem İslam coğrafyasında Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte Asr-ı Saadet’ten zaman ve mekan boyutlu uzaklaşıldıkçave bilhassa hilafetin saltanata dönüşmesi hengâmında bir takım fırkaların zuhur ettiği aşikârdır. Bu fırkalarınher birinin temel gayeleri İslamiyet’e hizmettir. Fakat bunlardan bazılarının bid’a ve dalalet yoluna saptıkları da birgerçektir. Nitekim Üstad Bediüzzaman Hazretleri fitneleri ve ardından ortaya çıkan fırkaları rahmet-i İlahiye’yebakan vechiyle hikmet açısından değerlendirirken,o dönemi şöyle tasvir eder: "Nasıl ki, baharda dehşetli yağmurlubir fırtına, her tâife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; her birikendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahâbe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahiçekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslamiyet tehlikededir; yangın var!’diye her tâifeyi korkuttu, İslamiyet’in hıfzına koşturdu. Her biri kendi istidadına göre câmia-i İslamiyet’inkesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerinmuhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakâik-i imâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ınmuhafazasına çalıştı ve hâkezâ, her bir tâife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslamiyet’te hummâlı bir surette sa’yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyet’in aktârına, o fırtına iletohumlar atıldı; yarı yeri gülistâna çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarınındikenleri dahi çıktı."9

Asıl maksatları İslâm’a hizmet etmek olan bu fırkaların bazıları, zamanla siyasî mes’eleler yüzünden veya İslam’ıyozlaştırmaya çalışan bir takım güçlerin etkisiyle dalâlet yoluna sapmışlardır. Nitekim bunun en bâriz örneklerindenbiri olan Mürcie fırkası, ilk zamanlar Hariciler ve Şia gibi aşırı görüşleri bulunan fırkaların Müslümanlararasında uyandırdığı vicdanî rahatsızlığı gidermek maksadıyla arabuluculuğa soyunarak, o dönemdeki ihtilaflarıgiderme gayesi taşırken; sonraki dönemlerde Allah’ın affının her şeyi kapsadığını, küfür dışında bütün günahlarıAllah’ın affettiğini iddia edip, ameli kıymetten düşürerek bid’a yoluna sapmıştır. Görünen o ki, ilk Mürciî’lerinehl-i salah olduğunu söylemek mümkün, fakat daha sonraki Mürciî’lerin fikirlerini İslam’ın akîdeleri ile bağdaştırmakmümkün gözükmemektedir.