Mana-i Harfi 1

Yaşadığımız dönemin değer yargıları tamamen dünya hayatı ile bağlantılı olarak şekillenmiş.Geçimini temin ve dünyevi bir konum elde etmek kaygılarından ibaret bir hayat felsefesi; şöhret ve zenginliğinhedeflendiği, bu değerlerin hayatın en önemli gayesi olduğu bir yaşam tarzı hakim. Bu gayelere ulaşmak için heryolun mübah görüldüğü, manevi ve ahlaki değerlerin önemini yitirdiği bir toplum düzeni içinde yaşıyoruz. Buyolda evden kaçanlar, anne ve babasına, topluma, insanlığa, kaderine isyan edenler… Ardından gelen madde bağımlılığı,namuslu ve düzenli bir hayata özlem… Ancak, içinden çıkılmaz bir girdabın sarsıntıları ve çalkantıları ile birtürlü rotaya sokulamayan, akıntı ve rüzgarların yönlendirmesine tabi bir gemi misali hayat; şan, şöhret, para, malgibi metaların gerçekten elde edilmesi ama sonu terkedilmişlik, yalnızlık ve acılarla biten bir öykü… Zaten,zenginlik, şöhret, makam gibi özelliklerinizden dolayı sizi sevenler, en fazla mezara kadar yanınızda değiller mi! Dünyevidostlukların en sağlamı bile kabir kapısında sona ermiyor mu!

Evet her insan hayatın korkunç dalgalanmaları, fırtınaları, sarsıntıları ortasında ayaktakalabilmek için "ben" duygusunda tutunmak konumundadır. Hayatlar, benlikler etrafında şekilleniyor. Her fert buduygu ile toplumda, dünyada ve insanlık içinde kendine bir konum arayışı içine giriyor. Bu anlamda benlik; aile,millet ve bir nev olarak insanlık şeklinde genişletilerek daha güçlü bir konum hedefleniyor. Özünde ise benlik, gizlibir hazine olan "esma-i İlahiye"nin, kainatın muğlak, akıl almaz tılsımını çözecek bir anahtardır.Ancak, mahiyeti, ne olduğu ve ne için yaratıldığı bilindiği taktirde, böyle bir kavramın varlığından haberdarolunduğu takdirde görevini yapan, aksi halde kişiyi kontrolü altına alıp, boğan bir varlıktır. Kontrolü altına aldığıkişiye sürekli emirler yağdıran, kölesi haline getiren, onu sadece arzularının peşinde koşan iradesiz bir mahlukkonumuna düşüren bir dürtü yani, emreden nefis ya da nefs-i emmare…

Makam, mevki ve para kazanmak uğruna her şeyi mübah gören, şöhret olmak uğruna hayatını zehir eden,konumunu kaybetmemek için insanlara zulmeden nefisler hep emrederler. Aslında bu nefisleri taşıyanlar zavallı kölelerdir.Her insanda, bu potansiyel var olmalıdır. Her nefsin emretmeye meyilli, kontrol etmeye arzulu bir tarafı vardır. İnsanınyaratılışındaki bir sır, imtihanının merkezi noktasıdır bu. O yüzden makam, şöhret ve bunların zemin hazırlayıcısıolan parayı genel olarak insanlar severler. Yani her insanda imtihan gereği "hubb-u cah" vardır. Dünyaya ve dünyevigüzelliklere, geçici de olsa şöhrete, "bir günün beyliği" de olsa makama muhabbet taşırlar. Bunun devamışöhretperestliktir. Yani, insanların tanıyıp imrendikleri bir konum arayışı takip eder. Hatta bu bazen öyle kuvvetlibir duygu haline dönüşür ki, imrenilen değil nefret edilen bir konum da olsa şöhret tatlı gelir. Tanınmak vebilinmek, kendisinden bahsedilmek insanlara büyük haz veren bir duygudur. "Teveccüh-ü amme"ye mazhar olmak,umumun tanıdığı, sevdiği bir konumda olabilmek herkesin arzusudur. Oysa benliği okşayan bu duygu, insanın yasakmeyvesi gibidir. Hazret-i Adem’i (a.s.) cennetten çıkaran insani zaaf, o genleri taşıyan ademoğlunda da az veya çoktezahür etmektedir. İnsanların en mükemmellerinden olan ve mülk boyundaki insanlık ağacının çekirdeği hükmündekizat, bir an benlik ve arzularının esiri olunca cennet gibi bir nimeti kaybederse, hayatı benlik ve arzularıyla şekillenmişinsanların ne halde oldukları ve hangi akıbete yöneldikleri iyi düşünülmelidir. Dünya temelli, yalnızca dünyeviarzular, geçici hevesler, aldatıcı şan ve şöhretle süslenmiş bir hayatın sonu da çoğunlukla dünyevi bir cehennemolmaktadır. Yani insanlık, cennete nisbet edildiğinde cehennemi bir halin yaşandığı dünyaya gönderilen atasınınhalini, hep yaşamaktadır. Nefs-i emmare’ye bir makam vermek aslında ruhi bir hastalıktır. Bu hastalığın gerisinde,evden kaçan, anne-babaya, topluma, kanunlara isyan eden bir çocuğun ruh hali vardır. Malik-i Hakiki’sine isyan eden ya daen hafif şekli ile O’nu unutan bir kul aslında dile getirilmeyen gizli bir şirk halini yaşamaktadır. "Benimbedenim, benim arzularım, benim hayatım! Kim ne karışır!" tarzı isyanların gerisinde, Mutlak Malikiyet Sahibi,ezeli Rububiyetin en ufak müdahaleyi kabul etmeyen hakimiyet alanında, küçük ve önemsiz olarak görülen benlik sahasınıparselleme arzusu yatmaktadır. Bu hastalığın akıbeti oldukça fecidir. Acziyetinin farkında olduğu halde kuvvetli gözükmeye,hiçliğini örtmek için büyük bir güce sahip olduğu izlenimi uyandırmaya çalışanlar benlikte bir bölünme, kişiliktezaaf ve bir riyakarlık hali yaşayabilmektedirler. Böyle bir durumda yapılanla, yapılmak istenenler karışır. İç ve dışayrışır. Samimiyet kaybolur. Sosyal ilişkilerde emniyet ortadan kalkar. Artık her söylenene inanmamak, yapılanlarıngerisinde bir art niyet aramak herkese yayılmış bir davranış haline gelir. Bu şahsi ve sosyal hastalıkların yayıldığıbir toplumun fertleri stresten, huzursuzluktan, gerginlikten kurtulamayacak ve bedeni hastalıklar da beraberinde gelecektir."Çağın hastalığı: STRES!" gibi sloganlar da bu hali ifade ediyor olmalıdır. Benliğin pozisyon kaybı veMalik-i Hakiki’ye dayanmamasından dolayı geçici ve aldatıcı pozisyon arayışları, benliğin katılaştırılıp önplana çıkarılmasına zemin hazırlamaktadır. Katılaşmış bir "ben" duygusu ise gizli ya da açık şirkezemin hazırlar. İman derecesine göre farklı mertebelerde yaşanan gizli şirk en önemli manevi hastalıktır. Tavırlardahal lisanı ile, "Benim vücudum, istediğim gibi kullanırım!", "Benim fabrikam, istediğim gibi idareederim!", "Benim emrimdeki insanlar, istediğim gibi hükmederim!" ifadeleri gözükmektedir. Oysa,"istediği gibi", "keyfe ma yeşa" hareket edebilecek tek varlık vardır; o da Malik-i Zülcelal’dir.Varlıkları zati olmayan, varolabilmek için Kadir-i Ezeli’ye, Kayyum-u Mutlak’a ihtiyacı olan varlıklar, hangi istekten,hangi yapmaktan bahsetmektedirler!

Geçici, aldatıcı zevkler, dünya ve benliğin ön planda olduğu bir hayat, terkedilmişlik, yalnızlıkve acılarla dolu bir akıbetle sonlanmaktadır. Makam, mevki, dünya ve benliğe duyulan muhabbet yani hubb-u cah, mecazibir sevgi olduğu için, Mahbub-u Hakiki’ye yönelmediği için sonu hüsranla biter, bitmeye mahkumdur. Daha da kötüsü;Mahbub-u Hakiki’nin sonsuz sevgisini karşılıksız bırakarak emanete ihanetin cezasının, buradakilerle kalmayacağıhaber verilmektedir. Sonsuz sevgiden yüz çevirip geçici ve suri sevgililer bulanlar, sevgi gibi ulvi bir nimeti makam, şöhret,zenginlik gibi kışıratlara sarf edenler sonsuz bir sevgisizlik, muhabbetten uzaklık cezasına duçar olacaklar. Bundan büyükazap olabilir mi?