İsâr

“İhlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri def etmek için" Yirmi Birinci Lem’a’da zikredilenaltın düsturlardan üçüncüsü, "bütün kuvvetinizi hakta ve ihlasta bilmelisiniz" prensibini ortaya koymaktadır.Burada asıl gücün kemiyette değil, keyfiyette yani-günümüzde sık kullanılan ifade şekli ile-nicelikte değilnitelikte olduğu ifade edilmektedir. "Kalifiye eleman," "toplam kalite," "kaliteli hizmet"gibi pek çok terim, günümüzün değer yargıları arasında kalite, nitelik, keyfiyet gibi kavramların önplana çıktığınıgöstermektedir. "Az fakat öz," "yüz işçi yerine kalifiye on işçi" gibi bir dizi yaklaşımekonomide, sanayide, ticarette, turizmde ve pek çok iş alanında öne çıkan düsturlar haline gelmiştir.

Niteliği oluşturan temel faktör ise ihlastır. Yani yapılan işe başka bir maksat karıştırmadan, başkaduygu ve çıkarlara alet etmeden sırf işin hakkı ile yapılması için gayret sarfetmek. Mesela, "müşterimemnuniyeti"ni esas tutmak, insanları "yolunacak kaz" olarak görmeyip, hizmete layık, memnun edilmesigereken fertler olarak algılamak ticaretteki ihlasın bir örneğidir ve çoğunlukla kaliteyi beraberinde getirir. Günlükyaşantıdaki basit alış-veriş ilişkilerinde bile samimiyet ve fedakarlık güzel sonuçları doğurmaktadır. Manevihizmetlerde, ahireti gözeten işlerde ise daha büyük önem kazanmaktadır.

Manevi hizmet şirketi denince ilk akla gelen, Risale-i Nur ekolünün şirket-i maneviyesidir. Bu şirketinkalite belgesinin altında Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani’nin (k.s.) keramet tarzında imzası vardır.Bu değerli iltifatın sebebi ise şirkette hizmet edenlerin ihlası esas tutmaları, bu hizmette kalite anlamına gelen"Allah rızası" dışında bir hedef gözetmemeleridir. İhlastan yani kaliteli hizmetten sapma gösterenhizmetkarlar, bu zatların manevi tokadını "şefkat tokatları" olarak yerler. Bu şirkette hizmet, gerçektenzordur. Önemli her işin zor olduğu gibi. Aynı şirkette hizmet veren kardeşlerin birbirine duyduğu sevgi, bir anneninevladına duyduğu sevgi gibi samimi, içten, fedakarane yani ihlaslı olmalıdır. Evladı için kendinden geçen anne gibi,kardeşi için kendini unutup, kardeşleri için yaşayan bir ruh halini gerekli kılar. Çünkü mesleği acz, fakr, şefkat,tefekkür gibi sac ayaklarında biri şefkattir. Şefkatin en güzel örneği ise annenin evladına karşı hissettiğiduygudur. Adeta manevi şirketin duvarlarında "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize-şerefte, makamda, teveccühtehatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde-tercih ediniz." yazılıdır. Sahabelerin yolundan gitmek,onlara benzemek arzusunda olan bu insanlar "Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile, onları kendi nefislerine tercihederler." (Haşir Suresi, 9) şeklindeki Kur’ani iltifata mazhar olma gayretindedirler. Bu noktada öyle bir hassasiyethali sergilerler ki, manevi bir hizmeti bile benlik ön plana çıkmasın düşüncesi ile bir başkasına yaptırmaktan hoşlanırlar.

Mesela bir kardeşine imani bir meseleyi anlatmak ve bunu başarmaktan dolayı duyulan mutluluk aslında çoksamimi, ulvi ve tertemiz bir duygudur. Benlik hesabına geçecek fiillerin belki de en masumudur. Dünya hesabına geçmeyecekzararsız bir menfaattir. Ancak, insanların imanlarını selamette görmek için dünyasını da ahiretini de feda edenEbubekir (r.a.) ruhlu Üstadlarını yolundaki hizmetkarlar bunu bile istemeyen bir arkadaşına yaptırmaktan hoşlanırlarve hoşlanacak bir ruh terbiyesi alırlar. Sevap kazanmaya, güzel bir meseleyi söylemeye arzu duymakta elbette bir mahzurolmamalıdır. Ama, kardeşler arasındaki ihlas sırrı o kadar önemlidir ve işin özünü teşkil etmektedir ki, böyle güzelbir duyguyu bile mümkün olduğu ölçüde ona zarar vermeden yaşamak hedeflenir. Çünkü mesleğin esası ihlas vesamimiyettir ve bu esasa zarar verme ihtimali olabilecek en küçük şeyden bile uzak durma gayreti önplandadır. Bu ruhterbiyesini almış bir talebe "ben"i "biz"e dönüştürür. Kendi için değil, kardeşleri içinister. Bir anne fedakarlığı ile kendi istediği, ihtiyaç duyduğu halde kardeşini tercih eder. Bu, aslında, Sahaberuhudur. O ruh ki, insanın en değerli varlığı olarak bildiği canını feda pahasına kardeşini tercih eder;susuzluktan dudakları kurumuş, ölümle yüz yüze gelmiş haldeyken gelen bir miktar suyu aynı durumdaki arkadaşına gönderebilmeküstün bir ruh, akıl almaz bir fedakarlıktır. Bu yüzden Kur’an’ın övgüsüne mazhar olmuş bir haslettir. "İsarhasleti" Kur’an’ın adlandırmasına izafeten İslam tarihi boyunca bu isimle anılmış ve "hediye ve sadakanınkabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi istemeden ve kalbentalep etmeden, sırf bir ihsan-ı ilahi bilerek, nastan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır."şeklinde ihlas mesleğinin temsilcisi Bediüzzaman tarafından en güzel şekli ile tarif edilmiştir.

Bu halin yaşanmasının insan ruhu açısından ne kadar büyük bir zorluk teşkil ettiğini anlatabilecekbir hatıra nakletmek istiyorum. Deniz Harp Okulunda bir meslek dersinde denizaltıcı binbaşımız denizaltılarda yeriniyalnızca gemi komutanının bildiği bir tabanca olduğunu söyleyip bunun ne maksatla kullanıldığını açıkladı.(Kendisi de denizaltı komutanlığı yapmıştı.) Denizaltı battığında artık ölüm noktasına gelinince her personelkarşıdakini oksijen tüketicisi olarak görüp adeta düşman telakki etmeye başlıyormuş. İyice sıkıntıya girinceherkes daha uzun yaşayabilmek ve kurtulmak ümidiyle birbirini öldürmek gibi akıl almaz bir vahşet haline düşüyormuş.Bunu anlamak için adım adım ölüme yaklaşan bir insanın ruh halini yaşamak lazım herhalde. İşte gemi komutanına,daha önce muhtemelen örnekleri yaşanmış bu vahşet haline izin vermemesi için, saldırganlaşan personeli öldürmeyetkisi verilmiş. Bu manzara ile sahabelerin isar hasletini yanyana getirdiğinizde onların hangi üstün ruh hali içindeolduklarını daha iyi anlıyorsunuz.

Ancak onların yolundan gitmesi beklenen ve "Müslüman" adını alan fertlerde ne yazık ki bu halpek görülmüyor. "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne!" şeklindeki Avrupa’nın bozukmedeniyetinin yaşantı şekli bulaşıcı bir hastalık gibi bütün İslam topraklarına sirayet etmiş. Trafiktebirbirinin hakkına tecavüz eden, deprem felaketinin ardından ulaştırılan yardımları ihtiyaç sahiplerini gözetmedenyağmalayan insanlar, "komşusu açken, kendisi tok yatan" tarifine giriyorlar ve Peygamberimizin (s.a.v.) reddettiğiümmet grubunda olmak ihtimali her geçen gün artıyor. Bu, öyle bir hastalık ki, isar hasletinin yaşandığıtopraklarda, hac gibi ruhun, güzelliklerinin zirvesinde olması beklenen bir halde bile yaşanabilir. Beytullah yakınlarındaMesfele denen bölgede, yürüyerek 10-15 dakika sürecek mesafeye kendilerini götürecek otobüse önce binebilmek içinyumruklaşan hacılar isar hasletinin çok uzağındaydılar. Hacer’ül Esved’e dokunabilmek için düşmanca birbirleriniitenler de öyle. Muhtaç mümine, imani bir hakikati bile arkadaşına anlattırmak isteyeni onu ön plana çıkaran ruhhali, "ben sevap kazanayım" arzusu ile mümin kardeşlerine pek çok eziyeti reva gören ruh halinin çok uzağında.Bu hal ölüme rağmen kardeşini tercih eden sahabenin yakın olmalı.

Yine hacda Arafat’da iken yaşadığım bir olay beni duygulandırmıştı. Arafat, haccın en üst düzeydeyaşandığı, duyguların doruğa ulaştığı yer. Herkes Cebel-i Rahme’de dua edip günahlarını affettirme telaşında.Büyük bir izdiham, itişip kakışmalar… Herkes sevap kazanma, kendilerini affettirme arzusunda, ancak mahşerin"nefsi" sadaları sanki lisan-ı hallere yayılmış bir vaziyet. Böyle bir halde üç İngiliz muhtedi genç omuzomuza verip bir bölgeyi çevirmişler. "Buraya yaklaşmayın! Çukur var!" diye kendi lisanlarında haykırıyorlar.Etraflarını ise Cebel-i Rahme’ye ulaşıp büyük sevap kazanmak arzusuyla diğer müminleri ezip geçmek isteyen birkalabalık sarmış. Acaba bu muhtediler asırların kışıratı ve yanlış algılamalarından uzak şekilde İslam’ı tanıdıklarıiçin sahabe ruhuna ve isar hasletine daha mı yakındılar?