Emanet-i Kübra

Risale-i Nurdan Bir Kavram

Emanet, “sonradan alınmak üzere, bir kimseye saklaması ve koruması için verilen şey” anlamınagelmektedir. Hukuksal olarak ise, temel bir kısım kaidelerle çerçevesi belirlenmiş bir sözleşme mahiyetini taşımaktadır.Örneğin, bu sözleşmeyi yapan kimse, emaneti güvenli bir yerde saklamak mecburiyetindedir. Emanet sahibinin izniharicinde kullanması mümkün değildir. Emanet sahibi, istediği an verdiği emaneti geri alma hakkına sahiptir. Buradasayılan kaidelere uyulması, emanet sahibinin güvenini sağlayacaktır.

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik. Hepsi de onu yüklenmeyeyanaşmadılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir” demektedir.1Peki, insana verilen emanetten kastedilen nedir? Bu emaneti göklerin, yerin ve dağların yüklenmekten çekinmeleri, hattakorkmaları ne demektir? İnsan böyle bir emaneti niçin almıştır ve nasıl çok zalim, çok cahil bir konuma düşmüştür?Bütün bu soruların cevaplarını bulabildiğimiz ölçüde, emanet-i kübra meselesinin anlamak yolunda o kadar ilerlemişolacağız. Öyle ise ilk olarak, birinci sorunun cevabını araştırmakla işe başlayalım.

Cenab-ı Hak, insana emanet olarak hayatıyla birlikte, beden, ruh, kalb ve bunların içinde göz, dil, akılve hayal gibi zahiri ve batini duyguları vermiştir.2 Bütün bunların Allah tarafından emanet olarak verildiğininen açık delili, eşsiz bir kıymette olmalarıyla beraber, insanın elinde onları hazır bulmasıdır. Hatta bu duyularındanve cihazlarından herhangi biri fonksiyonunu kaybederse, onu geri kazanabilmek için, elinde bulunan bütün malını veservetini harcasa yine yetmeyecektir. Mesela, gözleri görmeyen bir insanın, dünya kadar bir serveti olsa, görebilmek içinhepsini feda etmekten geri durmayacağı yaşanmakta olan bir gerçektir. Ayrıca madem ki, istisnasız her insan, ya hastalıkve musibetlerle veya ölüm hakikatiyle, hiç beklemediği bir vakitte sahip olduğu her şeyden mecburen ayrılmaktadır. Öyleise, paha biçilmez değerdeki bu cihazların, kendi malı olması mümkün değildir, belki başka birisi tarafından onaverilmiş emanetlerdir.

Bununla birlikte; insanın “bedenim, gözüm, kulağım, hislerim, düşüncelerim, sözlerim” diyesahiplendiği en basit şeylerde dahi, her şeyiyle gerçek manada tasarruf edememesi, onların kendi malı olmadığınınbaşka bir delilidir. İnsan, günlük hayatında en çok yaptığı yemek, içmek, konuşmak ve düşünmek gibi işlerininbinde birine bile şuuruyla hakim olamamaktadır. Hatta denilebilir ki, kendi üzerine düşen kısım, sadece, “o işiyapmayı istemekle” sınırlı kalmaktadır.3

Örnek vermek gerekirse; insan, düşünmek istediği zaman, manaların kalpten çıkması, hayalde şekilgiydirilmesi, hafızaya kaydedilmesi ve özelliklerine göre zihinde sınıflandırılması, ihtiyaç anında hemenbilgilerin hafızadan çıkarılması gibi birçok karmaşık işlere kesinlikle müdahale edememektedir. Aynı şekildeyemek, içmek gibi ihtiyaçlarını giderirken de kendisine düşen vazife çok dar bir dairededir. Bir nimetin yeryüzümutfağında pişirilmesinden sofrasına gelmesine kadar hiçbir olaya karışamadığı gibi; ağızdan sonraki sindiriminmerhaleleri ile birlikte, bedenin beslenmesi için gerçekleşen birçok faaliyetlerden en küçüğüne bile müdahaleedememektedir. Yani, insanın vazifesi yalnızca, nimeti ağzına götürmeyi istemekten ibarettir. Hatta, elini ağzına götürmesiesnasında kasların ve kemiklerin hareketleri ve hareketin gerçekleşmesi için hücrelerde enerjinin üretilmesi gibi sayısızişten haberinin dahi olmaması, hiçbir şeyin gerçek sahibi olmadığını ve hiçbir şeyde hakiki manada tasarrufedemediğini göstermektedir.

Güzelliğin bütün mertebelerini ayırt eden insanın gözü, lezzetlerin her çeşidini seçebilen insanıntatma duyusu ve hakikatlerin en ince, en derin noktalarına nüfuz edebilen insanın aklı gibi cihazları, hayvanlaraverilen göz, dil ve akıldan yüz derece daha fazla gelişmiş bir mertebededir.4 Madem ki, insana bu kadarharika cihazlar verilmiştir. Öyle ise, ondan yapması beklenilen çok büyük bir vazife vardır. Dolayısıyla, insanaverilen emanetin büyüklüğü derecesinde sorumluluğu da artmıştır. Eğer insan, kendisine verilen emaneti, verilişmaksadına uygun bir tarzda kullanırsa, elindeki cihazların kıymetlerini artırmış olur. Aksini yaparsa, hem değerini düşürür,hem de emanete hıyanet cezasını çeker. Örneğin göz, kainat kütüphanesindeki kitapları okuyup inceleyebilen profesörünvanlı bir milli eğitim bakanı gibi; dil, yeryüzü sofrasındaki rahmet hazinelerini teftiş eden sağlık bakanıgibi, Cenab-ı Hakkın huzurunda çok yüksek bir dereceye çıkabilirler. Kazandıkları makamların yüksekliği miktarınca,nihayetsiz ücretlere ve rütbelere de ulaşabilirler.

İnsana verilen emanetin birçok yönlerinden birisi, belki de sorumluluk cihetiyle en büyüğü”ene” namıyla, onun nefsine takılan benliktir. Ene, öyle bir özelliğe sahiptir ki, Cenab-ı Hakkınisimlerinin ve sıfatlarının her türlü hakikatlerini gösterecek örnekler ve işaretler kendisinde mevcuttur. İnsan; sınırlıilmiyle Cenab-ı Hakkın Alim ismini, geçici hayatıyla hayat sıfatını ve evini idare etmesiyle kainatı zerredengalaksilere kadar mükemmel bir düzen ve denge içinde idare eden Allah’ın Rububiyetini anlayabilmektedir. Fakat, buvazifesini yapması esnasında, göklerin ve yerin korktuğu farazi bir şirki üzerinde taşımaktadır. Çünkü, insanAllah’ın isim ve sıfatlarını anlayabilmesi için, kendinde bir tasdik edici görmesi gerekir. İşte, ene bunu sağlamaktadır.Fakat insan; “ene”sinin cüz’i ölçüleriyle hakikatleri anladıktan sonra, kendindeki bu özelliklerin Allah’dangeldiğini, aslında kendisinde bulunan hiçbir şeye hakiki sahip olmadığını bilerek, enaniyetinden vazgeçmesigerekmektedir. İşte, kendisine verilen emanete hürmet etmek ve hıyanet etmekten kurtulmak, ancak böyle mümkündür.5

En büyük emanetin insana verilmesi, ona büyük bir şeref ve makam kazandırmıştır. Öyle ki, yaptığıvazifenin büyüklüğü sebebiyle, yeryüzünün halifesi ünvanını kazanmıştır. Hilafet davasında yer ile gökler vedağlar, vazifenin büyüklüğü ve ağırlığı sebebiyle aciz kalmışlardır.6 Yani, bir manada o cansızvarlıkların şuurlu temsilcileri olan melekler bile, böyle büyük bir görevin altından kalkabilecek istidada sahipolmadıklarını, Hz. Adem’e (a.s.m.) secde etmeleriyle tasdik etmişlerdir.7 İnsan, Allah’ın bütün isimlerinibilmesi sebebiyle hilafete layık olmuş ve bu en büyük emaneti kaldırabilecek istidatta yaratıldığını kanıtlamıştır.Günümüzün teknolojik ve bilimsel gelişmeleri, insanoğlunun hilafete ne kadar layık olduğunu açıkça ispatetmektedir.

İnsana verilen emanetin büyüklüğü nispetinde ücreti de yüksektir. Eğer, kendisine verilen emaneti,Cenab-ı Hakk’ın rızası dairesinde muhafaza eder ve O’nun izin verdiği dairede kullanırsa beş derece kâr içinde kâretmektedir. Bu kârların birincisi, eline emanet olarak verilen çok kıymetli malını ve hayatını yok olmaktan kurtarıpcennette ebedi olarak geri alma hakkı kazanır. İkincisi, Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve yakınlığını kazanarak,saltanat merkezi olan cennetine girme şerefine nail olur. Üçüncüsü, kendisine emanet olarak verilen cihazların kıymetleribinlerce derece artar. Dördüncüsü, hayatın ağır yükü altındaki sıkıntılardan, elemlerden kurtulur ve hem dünyadahem de ahirette rahat yaşamak mutluluğuna kavuşur. Beşincisi ise, dünyaya ait hiçbir şeyin fayda vermediği kabirdensonraki ahiret alemlerinde, en muhtaç olduğu bir zamanda, Cennet nimetleri şeklinde yüksek bir ücrete sahip olur.Emaneti doğru kullanmazsa, yani “hıyanet” ederse, bütün bu kârları kaybetmekle beraber, beş derece zarar içindezarara düşecektir.8

Netice olarak; Allah’ın emanetini geri alacağı zamana kadar emanette emin olabilmek için, O’na hakiki kulve “asker” olma bilincini her an taşımak gerekmektedir. Yani bir asker gibi, Allah’ın emri ile hareket etmeli,izin dairesinin dışına çıkmamalı ve kusur işleyince, derhal “özür dileyip” bağışlanmayı ümitetmelidir.