Adalet-i Mahza 1

Bediüzzaman’ın hukuk telakkisinin (hatta sosyal görüşlerinin), belki de en esaslı ve çarpıcı yönünüadalet-i mahza ve adalet-i izafiye ayırımı ve adalet-i mahzaya yaptığı vurgu ile birlikte adalet-i izafiyenin sosyal vefıtri şartların bir sonucu olarak kabul edilebileceğini söylemek, pek de mübalağalı olmasa gerek.

Zira o esas itibariyle (zahiren) hukuka (hukuk felsefesine) ait olan bu terminolojiyi, hukuktan başkasosyoloji, psikoloji, sosyal psikoloji, İslam tarihi ve Dünya tarihine de tatbik etmektedir. Öyle ki Risale-i Nur’un tam237 bahsinde "adalet" kelimesi yer almaktadır.

Zira, ona göre Kuran-ı Kerim’in dört esasından (Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet) biri adalettir.

Bediüzzaman’ın adalet ile ilgili bu orijinal tasnif ve izahının daha iyi anlaşılabilmesi için anahtarkavram ve cümleleri mütekabiliyet esasına göre sıralamak ve hatırda tutmak çok önem arz etmektedir.

Adalet-i Mahza

Adalet-i İzafiye

Edep
Adalet
Etik Değer
Şeriat-ı Müessis
Adalet-i Mahza
Adalet-i Mutlaka
Hüsn-ü Hakiki (Hayr-ı Mahz)
Azimet
Hilafet
Ahkam-ı din, Hakaik-ı İslamiye, Ahiret
Hakkın büyüğüne küçüğüne bakılmaz.
Kur’an’ın Kanun-ı Esasisi

Örf
Düzen
Sosyal Realite
Şeriat-ı Muaddil
Adalet-i İzafiye
Adalet-i Nisbiye
Ehven-i Şer
Ruhsat
Saltanat
Siyasetin merhametsiz mukteziyatları
Küçük hakkı, küllün selameti (hakkı)için feda eder.
Vahşet ve bedeviliğin kanun-ı esasisi

Bütün bu terimler birbirine karşılık teşkil ettiği gibi ilk üç terimin altında sıralananlar daBediüzzaman tarafından aynı mütekabiliyete göre kullanılmaktadır.

İslam Tarihi ve Sosyolojide Adalet

"Cemel Vak’ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe-i Sıddıka (radiyallahu tealaaleyhim ecmain) arasında olan muharebe, adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn (Hz. Ebubekir ve Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerinegitmek için içtihat etmiş, muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye (İslam’ın saflığı) adalet-imahzaya (tam adalete) müsait idi; fakat mürur-u zamanla (zamanın geçmesiyle) İslamiyetleri zayıf muhtelif akvam(kavimler) hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye (İslam’ın sosyal hayatına) girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çokmüşkül olduğundan, "ehvenüşşerri ihtiyar" denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihat ettiler. Münakaşa-iiçtihadiye siyasete girdiği için muhabereyi intaç etmiştir (netice vermiştir). … Her ne kadar Hz. Ali’nin içtihadımusip (isabetli) ve mukabilinindekilerin hata ise de yine azaba müshehak değiller."

"Adalet-i mahza ile adalet-i izafiye’nin izahı şudur:

"Kim bir cana kıymamış veya yeryüzünde fesad çıkarmamış birini öldürürse, bütün insanlarıöldürmüş gibidir." (Maide Suresi/32)

Ayetin mana-i işarisi ile bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi umumunselameti için feda edilemez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde, hak haktır; küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük,büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez.Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka meseledir.

Adalet-i izafiye ise, küllün selameti için cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz."Ehvenü’ş-şer" diye, bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmaya çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik iseadalet-i izafiye gidilmez; gidilse, zulümdür. İşte İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındagibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise,"kabil-i tatbik değil, çok müşkülatı var" diye, adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiğisair esbap (sebepler) ise, hakiki sebep değiller, bahanelerdir. … Hz. İmam-ı Ali’nin Vaka-i Sıffin’de Hz. Muaviye’nintaraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hz. İmam-ı Ali ahkam-ı dini (din hükümlerini),hakaik-i İslamiyeyi (İslami hakikatleri) ve ahireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetinmerhametsiz mukteziyatlarını (gereklerini) onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyisaltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti (takva ile ameli) bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset alemindekendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler. … Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkıtakip etmediğinden zulmeder, adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adaletetmez.(Mektubat, s. 56 vd)

Görüldüğü gibi Bediüzzaman, adalet-i mahzanın ideal ve esas olduğunu ancak zorunlu ve haklı birsebebin vukuu halinde adalet-i izafiyenin uygulanabileceğini, bunun da tespitinin kolay olmadığını ve Sahabelerin bilehataya düşüp yanlış karar verebildiklerini, önemle ifade etmektedir. Dikkat çekicidir ki hataya düşenlerden biriEfendimizin (a.s.m.) çocukluğundan beri özel terbiyesinden geçen alime ve fakihe (Hz. Ebubekir’in kızı), sevgili eşiAişe validemiz (ki babası da adalet-i mahza ile hükmederdi), diğeri de Efendimizin (a.s.m.) vahiy katibi ve kayınbiraderiyirmi yıl Şam valiliği yapmış Hz. Muaviye’dir. Bediüzzamanın tasnifinde Hz. Ali azimeti, Hz. Muaviye ruhsatı, Hz.Alihilafeti, Hz. Muaviye saltanatı, Hz. Ali Ahkam-ı din, hakaik-i İslamiye ve ahireti, Hz. Muaviye siyasetin merhametsizmukteziyatlarını tercih etmiştir. Hz. Ali isabet etmiş, Hz. Muaviye hataya düşmüştür.

Yani sosyal realitedeki (tarihi şartlardaki) olumsuzluklar aşılarak, etik değere (adalet-i mahzaya) görehüküm verebilecekken sosyal realitedeki menfi şartların tesirinde kalarak, adalet-i izafiye ile hükmetmişlerdir.

Bu tarihi hakikati Resul-ü Ekrem(a.s.m.) şöyle haber vermiştir: "Hilafet benden sonra otuz yıldır,bundan sonra saltanat (mülk, krallık) vardır" (Bazı rivayetlerde, "ısırıcı saltanat" diye geçmektedir.)

Psikoloji, İslam Kardeşliği ve Adalet

Adalet-i mahzanın bir yönü de bir suçlunun sadece kendisinin (suçunun büyüklüğü nispetinde) ceza görmesi,yakınlarının ise bir cezaya uğratılmamasıdır. Anayasalara da giren (1982 Anayasası, Md.36/2) bu ceza, hukukun entemel prensibi, suçta ve ceza da şahsilik diye anılır. Bediüzzaman bu prensibi (suçun başkalarına sirayetetmemesini), bir kusurlu kişinin kusurlu davranışının, diğer masum yönlerine sirayet etmemesi şeklinde daha da inceve insani bir şekilde ifade etmektedir (suçların münferidliği):

"Ey mü’mine kin ve adavet (düşmanlık) besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya hanedebulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir cani var. O gemiyi gark (batırma) ve o haneyi ihrak etmeye (yakmaya) çalışanbir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hatta bir tekmasum dokuz cani olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz. Aynen öyle de sen, bir hane-i Rabbaniye ve birsefine-i İlahiye (ilahi gemi) olan bir müminin vücudunda iman ve İslamiyet ve komşuluk gibi dokuz değil, belki yirmi sıfat-ımasume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir cani sıfatı yüzünden ona kin ve adavet bağlamakla, o hane-imaneviye-i vücudun manen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen onun gibi şeni (kötü) vegaddar bir zulümdür.

"Adalet-i mahzayı ifade eden "hiçbir günahkar (suçlu) başkasının günahını yüklenmez"(Fatır Suresi/18) sırrına göre bir müminde bulunan cani bir sıfat yüzünden masum sıfatları mahkum etmek hükmündeolan adavet ve kin bağlamak ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu ve bahusus (özellikle) bir müminin fena bir sıfatındandarılıp, küsüp, o müminin akrabasına adavetini teşmil etmek "Muhakkak ki insan çok zalimdir" (İbrahimSuresi/34) siga-i mübalağa ile gayet azim bir zulüm ettiğini hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslamiye sana ihtar ettiğihalde nasıl kendini haklı bulursun, "benim hakkım var dersin?"(Mektubat, s. 253 vd.)

Said Nursi’nin Adalet Anlayışının Bir Değerlendirmesi

Tarihin ilk çağlarında yaygın ve hakim hukuk anlayışı, objektif hukuk anlayışına dayanmaktaydı.Buna göre, bir avcının avına attığı ok, kazaen avına değil de bir insana isabet etmesiyle o insan ölse, failinniyeti hiç dikkate alınmadan avcı, kasten adam öldürmüş gibi sorumlu olurdu. Cezası da ölümdü. Hatta ölenin yakınlarıimkan bulurlar ise sadece masum faili değil, bütün kabilesini (klan) yok etmeyi ister, kan davası güderlerdi. Buradaanlayış şudur; madem ki ok o failin elinden fırlamıştır, netice de ölümdür, öyle ise objektif netice neyse ceza daona göre verilir. Failin niyeti, subjektif durumu (ihmal, kast) hiç önemli değildir. Bir adamın istemeyerek, kazaen evyakması ile kasten ev yakmasının cezası aynıdır. Yine objektif sorumluluğun neticesi olarak, madem ki fail o kabileyemensuptur, öyle ise sadece fail değil, bütün kabile cezalandırılır. Yakınlarının masumiyetinin, hatta böyle birolaydan cidden üzüntü duymalarının da önemi yoktur. Çünkü onlar, failin yakınlarıdırlar. İleri ve gelişmiş birhukuk sistemi kabul edilen Roma Hukuku ve eski Yunan’da da vatana ihanet edenin karısı ve çocukları da cezalandırılırdı.

İnsanlık zamanla ve bilhassa Enbiya ve kütüb-ü salifenin insani ve hakka (vahye) dayalı mesajlarısonucu subjektif sorumluluğu kabul etmeye, failin niyetini (kasdını, ihmalini, tedbirsizliğini) hesaba katmaya başlamışlardır.Yakınların (kabile üyelerinin) masumiyeti bir mana ifade etmeye başlamıştır. Hukuk tarihçileri ve Ceza Usul hukukçularınagöre failin, sanığın hatta suçlunun da bir hukuku olduğu, ilk defa kutsal metinlerde yer almıştır. Buna göre sanığayargılama hakkı tanınmış, her türlü linç mantığı yasaklanmıştır. Fail, hangi suçu işledi ise ve niyeti ne iseona göre, yani cezanın suçla nisbetine, denkliğine göre ceza görmüştür. Sanığın masum yakınları sorumlututulmamışlardır. İşte suçun şahsiliği prensibi de bu şekilde ortaya çıkmıştır. Bediüzzaman ise Kur’an’dan aldığıders ile bu noktayı (adalet-i mahza) ısrarla vurgularken, suçun şahsiliğini de aşarak suçun münferitliğinisavunmaktadır. Yani nasıl ki bir ailenin bir ferdinin suçu, şahsilik ilkesi gereği, diğerlerine sirayet etmez, aynı şekildefailin bir suçlu sıfatı da diğer masum sıfatlarına sirayet etmez. (Yukarıda Psikoloji, İslam Kardeşliği ve Adaletbaşlıklı kısım.) Bu görüş aslında kısmen de olsa çağdaş hukuk uygulamalarında yer almaktadır. Şöyle ki, sanığıniyi hali (masum sıfatları) tekerrür ve sabıka durumu ceza hukukunda, iyi niyet ve kötü niyet de hukukun her alanında (özelhukukta) yargılamayı etkilemektedir. Fakat Bediüzzaman’ın en orijinal yaklaşımı, günlük hayatta, hukuk dışında dabu hakkaniyetli yaklaşımını sürdürmesi, insanları adil ve ahlaki bir değer ile techiz etme çabasıdır.

Said Nursi’nin bu beyan ve telkinleri bir hukuk toplumunun, dolayısı ile hukuk devletinin oluşturulması içinfevkalade önemli ve gereklidir. O, imani ve ahlaki tecdit misyonu gereği, orijinal İslam tebliğ metodunu (Sahabe mesleğini)tercih ettiğinden işe yine insandan ve insanın iman ve ahlakından ve adalet duygusundan başlamakta, bir adalet toplumuve hukuk devletinin zeminini hazırlamaktadır. Zira adalet aslında ahlaki bir kavramdır. Ahlak "kişisel iyi"adalet ise "toplumsal iyi"dir. Adalet de hukukun idesi ve idealidir. Unutulmamalıdır ki dünyanın en ideal ve mükemmelhukuk sistemi, adalet duygusu gelişmiş (ahlaklı) bir toplum, hakimler ve idareciler olmaksızın gerçek misyonunu ifaedemez. Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı, büyük hukuk filozoflarını imrendirecek bir orijinaliteye sahiptir. Mesela, ülkemizdekanuni metinlerde bu ilkeler mevcut olmakla birlikte, Cumhuriyetin ilk yıllarında da olduğu gibi 28 Şubat sürecinde,dindar insanların çoğu, böyle bir suç kanunlarda yer almamasına karşın, "mürteci" olarak yaftalandı. Veüniversitelerden bürokrasiye, ticaretten basına kadar her alanda dışlanmak istendiler. Kanuni metinler zorlanarak,mefruz suçlar ihdas ederek, hukuken olmayan ama linç mantığıyla oluşturulan suçlardan mahkum edilmek istendiler. Gerçektesuçları olmayabilirdi, fakat onların hiçbir hakkı ve hukukları olamazdı! Bediüzzaman’ın defalarca kullandığı"adalet kanunları" veya "kanun-ı adalet" tabirleri de "olan hukuk" yerine "olmasıgereken hukuk" veya olan hukukun adil tatbikatı açısından oldukça önemlidir.