Eğitimde Dinî ve Dünyevî Dengesi

I. Türkiye’de milli eğitimin felsefi temelleri ve dünyevileşme

Batı bilim ve teknolojisinin gelişimi karşısında, daha 18. yüzyılın ortalarından itibaren Batı eğitim kurumlarını örnek alan okullar açılmaya başlanmıştı. Tanzimat’tan itibaren geleneksel eğitim kurumları, Batı örneğine dayanan okullar (mekteb) karşısında gerilemeye, böylece toplumsal alanda da fonksiyonları azalmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde bu süreç iyece hızlanmış, pozitivist bilim anlayışına ve Grek-Roma medeniyetiyle, Latin kültürüne dayanan bir Türk Hümanist anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Onlara göre, "akılcı ve insancıl temellere dayanan" Grek-Latin uygarlığına giriş için ve onun bir tezahürü olan hâl-i hazır Batı Medeniyeti seviyesine ayak uydurmak için, tek çıkar yol bu idi. Cumhuriyet inkılaplarının amacı da Avrupa medeniyetine ayak uydurmak olduğuna göre; doğru yolda idiler. Oysa Avrupa uygarlığının manevi cephesini, dünyevileşmiş Hıristiyanlık (Protestanlık), maddi cephesini ise kuvveti ve sömürüye esas alan bilim-teknik oluşturmaktaydı: Bilim güçtü, bu anlayışa göre.

İnsanın kendine yabancılaşmasına yol açan pozitivist tutum, toplumsal huzursuzlukların ve çatışmaların da müşevvikidir aslında. Pozitivist tutum, her türlü kutsal değeri reddederek, bilimi bir "din", bir "kutsal" haline getirdi. Bilimi biricik melce ve hedef haline getiren bu tutumu "scientizm" olarak ideolojileştirenler; dünyevileşmenin doruk noktasına çıkmışlardı. Bilimin sekülarizasyonu, yani dünyevileşmesi denilen bu süreç, tarihi tersine çevirmiştir. Gayeci-finalist evren görüşünün yerini materyalist bir gayecilik almıştır. Artık bilim, Ortaçağ boyunca kilisenin elinde olan otoriteyi ele geçirmiş, adeta "din"leşmiştir. Ancak, bilim ve onun ürünü olan teknolojinin dünyayı cehenneme çeviren sonuçları, yani dünya savaşları, "bilimcilik" ideolojisinin temellerinden sarsılmasına yol açmıştır. Mutlak bilgiye ulaştığını iddia eden akıl çağının doğurduğu teknoloji, dünyayı yaşanmaz hale getirirken; karşıt bilimci yaklaşımlar rağbet görmeye başlamıştır Batıda bu gelişmeler olurken; "Türkiye’deki eğitimin amacı belirsizdir. Bir yanda Batıcı bir tutuculuk, diğer tarafta, Batı karşıtı ama mahiyet olarak Batıcı ve dünyevileşmiş bir ‘gelenekçi’ anlayış sürdürülmektedir. Yani ifrat ve tefrit…"

Türk eğitim sistemindeki bu yaklaşım, toplumun, bireysel ve toplumsal bakımdan bir çatışma yaşamasına neden olmaktadır. Kültürler arasındaki farklılığın-hatta zıtlığın-yol açtığı çatışma, bireylerin güvensizliğe düşmelerine neden olurken; toplumsal yönden de topluma yabancılaşmalarına ve yalnızlaşmalarına yol açmaktadır. Çatışma ve yabancılaşma 20. yüzyıl insanlarının, özellikle gençlerin en önemli sorunudur. Bu sorun iki farklı davranışa yol açmaktadır. Hayata küsme, kendine ve çevresine güvensizlik ya da her türlü toplumsal norm ve değerlere ilgisizlik ve bunlardan etkilenmemek için alkol, uyuşturucu ve sürekli eğlence ile kendinden ve toplumdan kaçma, içe kapanma veya tepkisel tavır.

Günümüzde egemen olan aşırı teknik-merkezli ve dünyevileşmiş eğitim anlayışı, insanın sadece bir yönünü teçhiz etmeyi öngörmektedir. Bu yüzden sorunun temelinde insana bakış yatmaktadır. İnsan, tekniğin gelişimi için bir araç olarak görülmektedir. Böylece insan yaşam maratonunun mekanik bir yarış atı haline gelmektedir. Kendi özünden uzaklaşan insan, daha uyanık ve güçlü olanların keyfini arttırmak için çalışan birer "nesne" olmaktadır. Tarihsel açıdan baktığımızda, tarihin aktif rol oynayan bireyleri değil, tarihin nesneleri-çarkları olmaktadır. Bireyselliğini unutmaya zorlanan insan, özünün (vicdan) uyarıları karşısında huzursuzlaşmaktadır. Böylece sevgi, şefkat, hoşgörü ve paylaşma gibi değer yargılarına yabancılaşarak çağımızın bunalımlı insan sürüsüne katılmaktadır.

İnsanları bunalım ve sıkıntı girdabından uzak tutacak bir eğitim anlayışına ihtiyaç vardır. Bunun için öncelikle insanın mâhiyetini kavramak, onun psikolojik özelliklerini göz önünde tutan bir eğitim anlayışına sahip olmak gerekir. Ancak bundan sonra çelişkilerden, çatışmalardan, bunalımlardan uzak, dengeli bir şahsiyete sahip insanlar yetiştirilebilir. Aynı zamanda toplumsal sorunların da en sağlıklı biçimde altından kalkılabilir.

Oysa Türk eğitim sisteminde, mesleki ve kültürel amaçların yanında, bireyin psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarına yeterince yer verildiği söylenemez. Bu eksiklik, mesleki ve kültürel amaçlara ulaşılmasının da en temel engeli olarak aşılmayı beklemektedir. "Eğiterek, bilgi deposu haline getirmeye çalıştığımız insan, hangi duygu ve değerlerle donatılmalıdır?" sorusuna açık bir cevap bulmamız gerekiyor. Bilgiyi nasıl ve kimin yararına kullanacağının cevabını da vermeliyiz.

Çağımızın psikolojik ve sosyolojik sorunları eğitimsizlikten mi, yoksa yanlış eğitimden mi kaynaklanmaktadır? Her şeyden önce bu soruya doğru bir cevap bulmalıyız. Ancak bundan sonra sağlam bir yöntem geliştirebiliriz. Yeryüzünde, eğitim kurumlarından geçen insanların sayısı bir önceki yıla göre arttığı halde, toplumsal problemlerde artış oluyorsa eğitimin kendisinde bir sorun olduğu ortadadır.

II. Niçin eğitim?

Dünyamızın içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlar ve bunların doğurduğu ahlaki ve psikolojik bunalımlar, eğitimin amacını ciddi biçimde ele almamızı gerektirmektedir. Makro plandaki sorunların temelinde, hepsinin kesiştiği yerde insan denilen varlık bulunmaktadır. Her şey insana bakışta düğümlenmektedir. Bunun içindir ki, önce insanın mahiyeti, varoluş nedeni ve en son hedefinin ne olması gerektiğinden işe başlanmalıdır. Öyleyse nedir insan? Hayvan türünden sadece daha akıllı ve biyolojik bakımdan daha güzel görünen, fakat onunla aynı düzlemde yer alan bir varlık mıdır? Yoksa mahiyeti hayvandan bambaşka, nitelik yönünden de hayvan türlerinin bütününün özelliklerini üzerinde taşıdığı gibi, ondan daha fazla ve zengin duygularla süslenmiş bir mevcut mudur? Başka bir soru: İnsanın bütün varoluş nedeni ve hedefi bu dünya hayatıyla mı sınırlıdır? Yoksa daha uzun ve geniş bir dairede mi düşünmemiz gerekiyor? İnsanın varlık nedenini sorduğumuzda, varlık kaynağı, yani nereden geldiğine de cevap aramamız gerekecektir.

İnsanın biyolojik yönünü beden; psikolojik yönünü ise ruh oluşturmaktadır. İnsan biyolojik açıdan dış dünyayla beş zâhiri duyu ile bağ kurar. Bunlar; işitme, görme, koklama, duyma ve tatma duyularıdır. İnsanı bu yönüyle bize tanıtan biyoloji bilimine başvurmak gerekir. Ancak insanın mâhiyetini ortaya koymak için bunlar yeterli değildir. Bunun için insanın derûni (iç) dünyasına bakmak gerekmektedir. İnsan mânâ ve mahiyet bakımından öyle bir değerdedir ki, bütün bir kâinat ile karşılaştırılmakta ve bazı düşünürlerce "âlem büyük bir insan, insan da küçük bir âlem" gibi görülmektedir. Bu bakış bir mübalağa değildir. Çünkü, Allah insanı, yeryüzündeki halifesi olarak yaratmıştır.1 Bu hüküm doğrultusunda, insan gayr-i mütenahi (sonsuz) acizlik ve zayıflığına rağmen, Cenâb-ı Hakk’a olan imanı sayesinde, O’nun verdiği kuvvet ve izzete mazhar olur. "İşte bu mazhariyetten dolayı insan, hayvaniyetten terakki edip, halife-i zemin olmuştur."2

İnsanın mâhiyeti, kabiliyeti ve yaratılış hikmeti, Risale-i Nur’da da farklı yönlerden geniş bir bakış açısı ile açıklanmıştır. Mesela, Bediüzzaman Denizli hapishanesinde iken, bir Cuma gününde yazılan Meyve Risalesi’nin Yedinci Meselesi’nde insanın uzun bir tarifini yapmaktadır.

Bu tarife göre insan şu özelliklere sahiptir:3 1- İnsan, kâinat (evren) ağacının en son ve en olgun meyvesidir. 2- İnsan, aynı zamanda kâinat ağacının temel çekirdeğidir.4 3- İnsan, Allah’ın, kâinat kitabının içinde yer alan en büyük ayeti (delil)dir. 4- İnsan, kâinat sarayının en seçkin en fazla ikram gören misafiridir. 5- İnsan, kâinat sarayında bulunan diğer sakinlerin üzerinde faal bir memurdur. 6- İnsan, kâinat şehrinin yeryüzü bahçesinde ve tarlasındaki gelir ve giderlere bakmak, ekim ve dikim işleriyle ilgilenmekle görevli bir memurdur. 7- İnsan, bu görevi yapabilmek için bir çok fen (bilim) ve sanatlar ile donatılmış (teçhiz edilmiş)tır. 8- İnsan, kâinat ülkesinin, dünya şehrinde ezel-ebed padişahının sürekli gözetim altındaki bir müfettişi ve temsilcisi (halifesi)dir. 9- İnsan, küçük büyük bütün davranışları kaydedilen bir memurdur. 10- İnsan, yer ve göğün (arz ve sema) üzerlerine almaktan çekindikleri mesuliyet (sorumluluk) emanetini omuzlanarak; imtihanın muhatabı olarak mutluluk ve mutsuzluk yollarıyla karşı karşıya olan bir canlı varlıktır. 11- İnsan, bu yüzden çok geniş çaplı bir kulluk (ubudiyet) ile mükellef bir varlıktır. 12- İnsan, bu yüzden kâinat sultanının en büyük isimlerine mazhar en geniş aynası durumundadır. (İnsanı anlayan, onu yaratanı onun sahibini de anlar ve(ya) insanın davranışları yaratıcısının beklediği gibi, onu gösterir şekilde olmalıdır. 13- İnsan, kâinat sultanının mesajlarını ve konuşmalarını en iyi anlayabilen özel bir muhatabıdır. 14- İnsan, buna rağmen kâinattaki hayat sahipleri içinde en fazla ihtiyacı olan varlıktır. 15- İnsan, sınırsız ihtiyaç ve acizlik içinde; arzuları ve maksatlarına tam olarak ulaşamayan; bu yolda sınırsız düşmanları olan çaresiz bir hayat sahibidir. 16- İnsan, kâinattaki varlıkların yetenek (istidat) bakımından en zenginidir. 17- Fakat insan, hayattan aldığı lezzetlerden dolayı en fazla elem (sıkıntı) çeken bir varlıktır. 18- Çünkü insan, geçici lezzetlerin içindeki dehşetli elemleri görerek, bekaya, ebede (sonsuzluğa) müştak (istekli), muhtaç ve en layık olan varlıktır. 19- İnsan, dünyadaki sıkıntı veren lezzetlerin devamlı ve sıkıntısız verildiği ebedi bir saadeti (mutluluğu), ibadet ve dua ile isteyen, yalvaran; bütün dünya lezzetleriyle bile bekâ (sonsuzluk) arzusu tatmin olmayan; kendisine bir çok nimetler veren Zâtı (Allah) hayranlık derecesinde (taparcasına) seven, sevdiren ve sevilen harika bir mucize, garip bir yaratıktır. 20- İnsan, potansiyel olarak bütün kâinatı içine alan; ebede, sonsuzluğa gitmek için yaratıldığına bütün maddi-manevi cihazları (organları) şahitlik eden bir yaratıktır. Bütün bunlardan dolayı insan, sadece dünya hayatı için değil, ebedi bir hayatı yaşamak üzere yeniden dirilecek ve yaptıklarından hesap verecektir. Her şey bu dünya ile sınırlı kalmayacaktır.

Eğitimden amaç ne olmalıdır öyleyse? Kuşkusuz insanın tabiatındaki duygu ve yeteneklerin anlaşılıp ortaya çıkartılması eğitimin amacı olmalıdır. Fakat insanın tabiatında kötü yola gitmesine yol açan duygu ve istekler de vardır. İnsanın mutsuz, huzursuz ve olgunlaşamamış bir varlık olarak kalmaması için bu duygularının da terbiye görmesi gerekir ve insanı sadece dünyevi bir varlık olarak değil, ebede yönelmiş bir varlık olarak ele alarak bu terbiye gerçekleşebilir. Rabb (terbiye eden), hakiki anlamda bir öğretmendir insanlar için.5 Ve Rabb insanlara öğretmek istediklerini aktarmak ve diğer insanlara açıklamak üzere peygamberleri öğretmen olarak gönderdi. Böylece yeryüzünün ilk öğretmenleri peygamberler oldu. Bütün peygamberlerin en geniş yetkilisi olarak ise Hz. Muhammed (s.a.v.) seçilmiştir.6 Bediüzzaman bir metafor ile bu hakikati şöyle anlatır.

" …Beniâdem (insanoğlu), büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi mazinin (geçmiş) derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında (çöl) misafir olup, istikbalin (gelecek) yüksek dağlarına ve müzeyyen (süslenmiş) bağlarına müteveccihen (yönelerek) kafile kafile müteselsilen (peş peşe) yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini çekti. Şu garip ve acaip mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? diye hallerini anlamak üzere hilkat hükümetini ve fenn-i hikmeti (felsefe) karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir konuşma başladı:

Hikmet (felsefe): – Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

Bu suale, beniâdem nâmına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabi (Aleyhisselatü vesselâm), nev-i beşere vekâleten (insanoğlunu temsilen) karşılarına çıkarak şöyle cevap verdi: – Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’ân-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!"

İnsanlara içlerinden en iyi, en merhametli en geniş kapsamlı kişiliğiyle en iyi öğretmen Hz. Muhammed (asm) tayin edilmiştir. Çünkü kâinat kitabını ve onlara yol gösterici olarak gönderilen "Kur’ân-ı Mübin"i en iyi okuyan ve anlayan O’dur. Hem sözleri hem fiilleriyle O, en mükemmel öğretmendir. Bütün insanlığın dünyevi sıkıntılarının kaynağı bu hakikatin farkında olamamalarıdır. O insanlığa en yüksek derecede ilmi ve ibadeti yaşayarak göstermiştir. İnsanın yaratılış hikmeti de zaten ilim ve dua (ibadet) vasıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşmak)tir. Eğitimin de temel hedefi, insanın bulunduğu noktadan daha öte daha olgun hale getirilmesidir. Olgunluğun ise dünyevi hedefler ile gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü insan bütün kâinatı nitelik (mahiyet) bakımından içinde toplayan bir kitap olarak yaratılmıştır.

"Cenâb-ı Hak, insanı kâinata câmi (kâinatı içinde toplayan) bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnâ’dan (Allah’ın güzel isimleri) her birisinin tecelligâhı (yansıma alanı) olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve mânevi her bir uzvunu (organını) Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin (şükrün) şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse ( bağlanırsa), insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o pencerelerden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden (yansıyan) sıfatla, o âlemden tezahür eden (ortaya çıkan) isme bir mir’at ve bir âyine (ayna) olur. O vakit insan; ruhuyla, cismiyle, âlem-i şehadet (reel âlem) ve âlem-i gayba (görünmeyen âlem) bir hülasa (özet) olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur."7

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, insana verilen duygular sadece dünya hayatı için değildir. Yani insan sadece dünya hayatı için yaratılmamıştır. Ve eğitimin amacı insanı dünyevi zenklere bağımlı hale getirmek olmamalıdır. İnsanın ebede yönelik duygularını da tatmin etmelidir. Tamamlanmamış bir canlı olarak dünyaya gelen insanın, eğitim yoluyla tamamlanması ve olgunlaşması, ancak ondaki bütün duyguları geliştirmeyi hedef edinen bir eğitim felsefesiyle mümkün olabilir.8

Ayrıca eğitimin amacı, insanı evren ile bir bütünlük içinde ele almak olmalıdır. Eğer böyle bir bütünlük sağlanırsa, insan, psikolojik ve ekolojik problemlere düçar olmaktan kurtulabilir. İnsanın maddi ve manevi duygularını, yani rasyonel ve psikolojik beklentilerini gereği gibi tatmin etmeyen bir eğitimin felsefesi, tamamlanmamış bir kişiliğin yanında bir de sorunlu kişilik ve toplum oluşturmaktan öteye gidemeyecektir.