Köprü Buluşmaları Güz ’21: Kadir Canatan

Münazarat Okumaları Temelinde Said Nursi’nin Yorum Anlayışında Metin-Bağlam İlişkisi

23 Ocak 2022 Pazar günü “Köprü Buluşmaları”nda İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kadir Canatan tarafından Köprü’nün 116. sayısında kaleme alınan “Münazarat Okumaları Temelinde Said Nursi’nin Yorum Anlayışında Metin-Bağlam İlişkisi” başlıklı makale müzakere edildi.

Köprü Buluşmaları, Risale-i Nur Enstitüsü tarafından ayda bir defa çevrim içi olarak gerçekleştirilmektedir. Önceden başvuruların alındığı programda ilk olarak makalenin yazarından makalenin kısa bir özeti dinlenmekte ve ardından müzakereye geçilmektedir.

2011 yılında yayımlanan “Münazarat Okumaları Temelinde Said Nursi’nin Yorum Anlayışında Metin-Bağlam İlişkisi” isimli makale Köprü’nün “Münazarat” kapak konusuyla çıkan 116. sayısında yer almaktadır.

Makalenin tamamını görüntülemek için tıklayınız.

“Münazarat, Said Nursi, metin, bağlam, metin-içi bağlam, metin-dışı bağlam, yorum” anahtar kelimelerine odaklanan makalenin özet bölümü şu şekildedir:

Bu makale, başlıktan da anlaşılacağı üzere, Münazarat okumaları temelinde Said Nursi’nin yorum tarzında metin-bağlam ilişkisini açıklığa kavuşturmayı amaçlamaktadır. Metin, sözlü ya da yazılı cümleler topluluğu iken, bağlam metnin tarihsel ve sosyolojik temelini oluşturmaktadır. Metnin bağlamla hangi ilişki içinde olduğu konusu yorumda önemli bir mesele olup bu konuda farklı görüşler bulunmaktadır. Bazı yorumcular bağlamın rolünü abartırken bazıları da metnin bağlamıyla ilişkisini pek dikkate almamaktadır. Bu iki yorum tarzının da önemli sonuçları bulunmaktadır. İlki, metni bağlamın bir ürünü konumuna düşürürken, ikincisi metni tarihsel ve toplumsal zemininden kopartarak, ciddi anlamda anlama ve anlaşılma sorunlarına kapı aralamaktadır. Kanaatimize göre Said Nursi, bu görüşlere alternatif olabilecek bir görüşü seslendirdiği için çağdaş yorumculara yeni bir açılım imkanı sunmaktadır.

“Metin-Bağlam İlişkisi Üzerine Ön-Düşünceler, Metnin Doğasına İlişkin Görüşler, Bağlamın Rolüne İlişkin Görüşler” alt başlıklarına yer verilen makale sonuç bölümü ile sona ermektedir.

Canatan, makalenin hikâyesini anlatıp ve kısa bir sunum yaptıktan sonra, müzakere bölümüne geçildi, program soru, cevap ve katkılarla devam etti.

Said Nursi ismini ben ilk liseyi bitirdiğim yıllarda duydum. O zaman Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun olduk. Türkiye böyle çok karışık bir dönem yaşıyor. Kriz üstüne kriz oluyor. Biz liseyi bitirdikten sonra Türkiye’de ne olduğunu anlamaya çalıştık. O zaman aslında kitaplar okumaya yöneldik. Lise bitinceye kadar ders kitaplarıyla kendimizi sınırlı tutuyorduk. Ama baktık ki Türkiye’yi ve dünyayı anlamak için lise eğitimi yeterli değil. Çoğu şey bize anlatılmamış. Onları telafi etmeye başladık.

Mahallemizde bir ilahiyat mezunu arkadaş vardı, Diyanet’te çalışıyordu. O bir gün bana küçük küçük risaleler verdi. Gençlik Rehberi, Tabiat Risalesi gibi böyle küçük risaleler. Ben ilk kez Said Nursi ismini ve risaleleri bu şekilde tanıdım. Bereket versin. Ben lisede edebiyat bölümünü seçmiştim. Biraz Divan edebiyatı filan gördüğümüz için o Osmanlıca ağırlıklı dili anlayabiliyordum ama birçok şeyi de anlamıyordum işin gerçeği. Ama anladığım kadarıyla bu kitaplarda belli bir felsefe vardı. Onları kavramaya çalışıyordum. Daha sonra biraz perspektifimiz genişledi. İşte çağdaş İslam düşüncesini temsil eden pek çok insanın kitaplarını okumaya çalıştım. Hollanda’ya giderken lise bitmişti. Bu kitapları okumaya başladım hemen Hollanda’ya gittik ailece. Yanımda mesela Komünist Manifesto da vardı, hatta onun kapağını kaplamıştım kırmızı görünmeyen bir kâğıtla. Çünkü çıkışta eğer bavulum falan açılırsa ki o zaman direkt bavul açılıyordu. Şimdiki gibi bir sistem yoktu. Eğer o kitabı görürlerse “Bu komünist” falan deyip beni engelleyebilirlerdi.

Bir elimde on beş yirmi kitapla Hollanda’ya gittim. Tabii o gittiğimiz yıllarda dernek çalışmaları içinde ben aktif oldum. “Gençlik Derneği” kurduk. “İslam Cemiyeti” kurduk. “Türk Cemiyeti” kurduk. Bu bulunduğumuz küçük şehirde, tabi bu işlerin içine de girince birçok şeyi bilmek konuşmak gerekiyordu. Biz o okuduğumuz kitapları başkalarına anlatmaya da başladık. Fakat daha sonraki yıllarda risalelerin böyle birkaç kitapçıkla sınırlı olmadığını, büyük bir külliyat olduğunu öğrendim. Dolayısıyla onları temin ettim. Zaman zaman risaleler üzerinden tebliğler falan yazdım. Faris Kaya’nın organize etmiş olduğu Uluslararası Bediüzzaman Said Nursi sempozyumlarının birçoğuna katıldım. Türkiye’ye döndüğümde yine ulusal Said Nursi kongreleri, atölyeleri olmuştu, onlara da katılmıştım.

Bu üzerinde konuşacağımız metnin yayınlanma tarihine şöyle bir baktım 2011, demek ki üzerinden on yıldan fazla bir zaman geçmiş. Niye böyle bir konuyu ele aldığımı da kısaca anlatayım. Batı dünyasında, İslam veya genelde din olgusu konuşulurken hep işte bir kesimin -ki bunlar orada fundamentalist, işte entegrist olarak niteleniyor- metinleri, ayetleri bağlamından kopartarak okudukları şeklinde bir anlatım vardı. O zaman metni nasıl okumak gerekiyor? Klasik metinler, dini metinler nasıl anlaşılır? Bu sorunlar üzerinde kafa yormaya başlamıştık.

O zaman işte iki kelime öğrendik. Text ve contex. Okuduğumuz kitaplardan bunlar birbirinden ayrılmaz diye öğrendik. Bunun da arka planında hermenötik var. Batı dünyasında hermenötik İncil ve Tevrat gibi dini kitapların yorumlanmasıyla ortaya çıkmış bir tefsir disiplini aslında. Batı dünyası çok yaratıcı bir özelliğe sahip. Hemen bu disiplini felsefeye de tercüme etmişler, bu şekilde felsefi hermenötik ortaya çıkmış. Sonra sosyal bilimle uğraşanlar bu felsefi hermenötik’in sosyal bilimlere de uygulanabileceğini görmüşler. Bu şekilde hermenötik dini bilimlerle başlamış, felsefeye, felsefeden de sosyal bilimlere bir geçiş yapmış.

Soru: Hocam tam burada sıcağı sıcağına bir şey sorabilir miyim? Sizin eğitim geçmişinize de dayanarak, anlama biçimleri üzerinde bir vurgulama yapmak gerekirse, Batı düşüncesinde bunlar arasında bir öncelik sonralık veya ayrı ekoller gibi mi görürsünüz? Yoksa birbirini desteklemeye ve açıklamaya çalışan şeyler mi görürsünüz? Bunlarda böyle bir hiyerarşi, öncelik, sonralık veya bir ilişki koymak ister misiniz?

Şimdi sosyal bilimler dediğimiz bilimler çok modern bilimler, hepsi on dokuzuncu asırda ortaya çıkmış. On dokuzuncu asırda fen bilimlerinin bir hegemonyası var. Ve bunun dışındaki bilimler science anlamında bilim olarak kabul edilmiyor. O zaman bunlar art diye yani sanat diye geçiyor. Dolayısıyla on dokuzuncu yüzyılın başında sosyal bilimler henüz bilim değil, art olarak geçiyor. İşte o zaman bu sosyal bilimin kurucuları diyelim. Mesela sosyolojide, Saint Simon, Auguste Comte gibi kişiler diyorlar ki bu bilimlerin gelişiminde belli bir süreçsellik var. Bugün öyle bir aşamadayız ki artık sosyal bilimler de bilim olma özelliğini kazanabilirler diyorlar. Peki bu nasıl olacak? Eğer biz fen bilimlerinin metodolojisini sosyal bilimlere de taşıyabilirsek o zaman bu sosyal alanın da bilimsel bir şekilde incelemesi mümkün olur diyorlar. Bunun uygulamasıyla birlikte pozitivizm dediğimiz bir akım ortaya çıkmış oluyor. Yani ilk sosyal bilim akımı pozitivizmdir. Pozitivizmin ise hermenötikle falan hiçbir alakası yoktur. Yani onlar metin üzerinde gelişmiş bir bilim anlayışına sahip değiller. Onlar toplumsal olgulardan bahsederler. Toplumsal olguların incelenmesi farklı perspektiflerden hareketle yapılır. Sosyal olguları, sosyoloji; siyasi olguları, siyaset bilimi ve tarihi olguları da tarih bilimi ele alır diyorlar. Olgular dünyasını analitik olarak farklı disiplinlere bölüp bu şekilde sosyal bilimi geliştirmeye çalışmışlar.

Fakat pozitivist mantıkla geliştirilen bu sosyal bilime her zaman itiraz edenler olmuş. Özellikle tarih üzerinden Dilthey diye bir Alman adam var. O, sosyal bilimlerin, tarih biliminin farklı bir şekilde yapılması gerektiğinde ısrar ediyor. Onun sosyolojideki temsilcisi Max Weber’dir. Weber, Dilhey’in geliştirdiği tezleri sosyolojide ilerletmeye çalışıyor ve pozitivist sosyoloji anlayışına karşı anlamacı sosyal bilim geleneğini inşa ediyor. Dolayısıyla işin başında pozitivizm var. Buna bir reaksiyon olarak doğan anlamacı sosyoloji var. Bir de üçüncü bir akım olarak daha yapısalcı bir niteliğe sahip olan Marksist sosyal bilim anlayışı var. Marksizm aslında ekonomiyi temele alıyor. Yani bütün sosyal olayların ekonomi temelli olduğunu, ekonominin bir yansıması olarak sosyal olayların ele alınması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla günümüzde daha çok ekonomik sosyoloji dediğimiz akımın da öncülüğünü yapıyorlar. Bu üç sosyal bilim anlayışı günümüze kadar gelişerek geldi diyebiliriz. Aralarındaki ilişki böyle bir ilişki.

Hermenötik daha çok anlamacı sosyal bilimle alakalı. Çünkü hermenötikin temelinde kadim metinleri nasıl anlayabiliriz sorusu var. Bu önce kitabı anlama şeklinde oluyor. Daha sonra da felsefe ve sosyoloji veya sosyal bilim yoluyla kültürü, tarihi, insanı ve hatta evreni anlama şeklinde halka halka gelişen genel bir disipline doğru eviriliyor. Dolayısıyla bugün üzerinde duracağımız konu daha çok hermenötik ve anlamacı sosyal bilimin alanına giren bir konu. Burada metin ve bağlam arasında deyim yerindeyse diyalektik bir ilişki olduğu varsayılıyor.

Şimdi metin ve bağlam ilişkisinde üç tane temel yaklaşım var. Bir işte biraz önce söyledim. Bağlamı hiç hesaba katmayan, metni bağlamından kopartarak okuyan bir kesim var. Batı dünyasında bunlara fundamentalist deniliyor. Fransa’da bunlar entegrist olarak biliniyor. Şu son on yılda da bunlara İslam dünyasında Selefiler denmeye başlandı. Dolayısıyla Selefiler Kur’an’ı okurken, Kur’an’ın o içinde doğup geliştiği hem tarihsel, kültürel ortamı çok fazla dikkate almıyorlar hem de bir ayeti veya birkaç ayeti ele alırken onu Kur’an’ın toplam bütünlüğü içinde bakmadan, değerlendirmeden ele alıyorlar.

Contexti hesaba katan yaklaşım hermenötik yaklaşımdır. Bizde bu şekilde ifade edilmemiş ama tefsir tarihine baktığımızda hep denilmiş ki, iki bağlam vardır. Birinci olarak bir ayet, siyak ve sibakı içinde, öncesi ve sonrasıyla birlikte ele alınır. Buna metin içi bağlam diyoruz. Bir de tümüyle metnin kendisinin de ait olduğu sosyolojik ve tarihsel bir bağlam vardır. Buna da metin dışı bağlam diyoruz. Yani kitap belli bir yüzyılda, belli bir toplumda belli bir dille ortaya çıkıyor, yazılıyor. Dolayısıyla hem iç bağlamı hem de dış bağlamı dikkate alarak okumak, anlamak ve yorumlamak gerekiyor.

Bir de üçüncü bir yaklaşım olarak, bağlamın rolünü çok fazla abartıp -işte burada mesela Marksist yaklaşım devreye girebilir- metni bağlamına indirgeyen yaklaşımlar var. Buna günümüzde tarihselcilik deniliyor. Oryantalist yaklaşımların tarihselci olduğu söyleniyor. Bunlar bağlamın rolünü o kadar fazla abartıyorlar ki, kitap o günkü bağlamın bir yansımasıdır diyorlar. Yani esas fenomen tarihseldir, kültüreldir, ekonomiktir. Bu koşulların dile yansıması, tercümesi, ifadesi ise bir gölge fenomendir. Dolayısıyla altyapı değişirse, fenomenler dünyası değişirse üst yapı olan metin de değişir diyorlar. Tabi bu bakış açısında kalıcı bir şey söz konusu olamıyor, toplumsal değişim her şeyi değiştirebiliyor.

Bu benim yazdığım metinde de verdiğim bir kaynak var. Çok önemli bir sorun üzerinde İranlı bir düşünür olan Abdülkerim Suruş bir konuyu tartışıyor. Diyor ki, Kur’an’ın maddi bağlamı, sosyal ve ekonomik bağlamı değişiyor. Toplumsal değişim bir gerçeklik, fakat Kur’an yazılmış bir metin olarak sabit kalıyor. O zaman sabit bir metin ile değişen bir sosyoloji arasındaki ilişki ne olacak? İşte arkadaşlar bu soruyu sorduğumuz zaman esas konuya girmiş oluyoruz. Verdiği bir cevap var onun. Diyor ki, tarih boyunca Kur’an’ı tefsir edenler sabit bir metni yorumlamak, yorumlayarak yaşamak durumunda kaldılar. Dolayısıyla aslında yaşanan şey yorumdur. Bir metin var, bir bağlam var ve bu ikisi arasında da müfessir dediğimiz bir yorumcu var. Müfessir bağlam ve metni dikkate alarak bir yorum yapıyor, biz o yorumu yaşıyoruz. İçtihatlar da bu şekilde gerçekleşiyor aslında o zaman yorum değişime bağlı olarak güncellenebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in de asırlar boyunca tefsir edildiğini biliyoruz. Aslında Risale-i Nur’da yirminci asırda yapılmış bir yorumdur. Çağdaş bir yorumdur. Bunun gibi Mevdudi de, Seyyid Kutub da, Elmalılı da çağdaş tefsirler yaptılar. Bugünde bu yapılmaya devam ediliyor.

Benim incelemem Münazarat üzerinden olduğu için Said Nursi’nin bağlamı ne kadar dikkate aldığını Münazarat üzerinden ben biraz incelenmeye çalıştım. Özellikle zaman kavramının orada çok belirleyici olduğunu tespit ettim. Birçok meseleyi ele alırken zamanın hükmünden bahsediyor. Buradaki zaman soyut bir zaman değil. Yani bize yukarıdan aşağı şunu şunu değiştirin diyen bir zaman yok. İçinde yaşadığım somut koşullar -ama yirminci yüzyılın içindeki somut birtakım koşullar- bizim Kur’an’ı yeniden yorumlamamızı, güncelleştirme yapmamızı gerekli kılıyor. Buna birçok örnek de vermiş. Bu metinde var. Tekrar onlar üzerinde ayrı ayrı durmaya gerek yok.

Ama ben özetle Said Nursi’yi orijinal kılan, önemli kılan şey olarak şunu tespit ettim. Metinleri ele alırken bağlamıyla birlikte ele alıyor olması anlamada birinci faktör. İkincisi bağlam deyince sadece metnin o günkü tarihsel bağlamını ele almakla kalmıyor, bugüne aktarım yaparken bugüne uygulamalarını düşünürken bugünkü contexti de dikkate alıyor. Dolayısıyla esas da ihtiyacımız olan şey bu. Yani o değişen bağlam bugün Kur’an üzerinde düşünürken nasıl bir tesir yapıyor? Bunun üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Tabi böyle baktığımızda arkadaşlar çok felsefi sorunlar da çıkıyor.

Peki, bu bağlam dediğimiz şey metni değiştirebilir mi? Yani metin içindeki hükümleri değiştirebilir mi? Bu metnin doğası üzerinde de bir görüş belirtmeyi gerektiriyor. Said Nursi yirminci asırda yapılmış belki de ilk analitik ayrımlardan birisini yapıyor. Bu daha sonra pek çok çağdaş düşünür tarafından da yapılacak. Diyor ki, Kur’an’daki hükümlerin bir zaman içinde değişmeyen, sabit kalan kısmı, bir de zaman ve şartlar çerçevesinde değişmeye müsait olan kısmı var diyor. Buna örnek olarak da çok evlilik örneğini ele alıp inceliyor. O günkü şartların çok evliliği gerektirdiğini, şartların değişmesiyle bugün bunun ortadan kalkabileceğini ima ediyor. Dolayısıyla hükümler ki bunlar daha çok ahkâmla ilgili. Muamelatla ilgili hükümler hayatının değişmesiyle değişebilirler.

Bunun mesela geriye doğru gittiğimizde Kur’an’da karşılığı var. Nesh dediğimiz bir olay var, bu tarihte tartışılmış, kabul edilmiş birçok hükmün nesh edildiği kabul edilmiş. Bununla ilgili yazılmış kitaplar var. Fakat nesh düşüncesi özellikle günümüzde yeniden ele alındı. Bu gözden geçirildi. Geleneksel nesh düşüncesini savunanlar diyorlar ki son gelen ayet belirleyicidir, ondan önce hangi ayetleri, hükümleri nesh etmişse onlar geçersizdir diyorlar. Günümüzdeki yaklaşım daha farklı. Günümüzde deniliyor ki bu nesih mutlak değildir, bugün geçmişte nesh edilmiş olan hükümler tekrar devreye girebilir veya tarihte nesh edilmemiş olan hükümler bugün nesih konusu olabilir ve bunlar mutlak değildir, geri dönüşümlüdür, şartlara göre hükümler dönebilir, kalkabilir. Dolayısıyla şartlarla hükümler arasındaki bu organik, diyalektik ilişki korunmaya devam etmeli şeklinde bir görüş var. Nesh konusuna Münazarat’ta doğrudan girilmiyor ama yapmış olduğu yorumlarda bu tür bir nesh anlayışının da imaları, ipuçları vardır diyebiliriz.

Şu halde metin hareketli ve dinamik okunması gereken bir şey. Nasıl ki hayat, zaman, bağlam değişebiliyorsa metin de çok dinamik o da değişmeye açık. Başka türlü de olamaz diye düşünüyorum. Eğer bir metin sabit kalır, hayat değişirse o zaman değişen hayat karşısında bu sabit metnin hükümlerini uygulama şansımız olmayabilir. O zaman metinle bağlam arası bir uçurum ortaya çıkar ve bunun neticesi sekülerizmdir. Yani hayatın dinden arındırılması denilen sürecin kendini dayatmasıdır. On dokuzuncu asırda bazı İslamcılar içtihat kapısı yeniden açılsın diyorlar ama pek içtihat falan yapan da çıkmıyor.

Eski Said döneminde yazılmış Münazarat aslında bazı içtihatların da Said Nursi tarafından yapıldığını gösteriyor. Fakat Yeni Said dönemine geçince bir nevi siyasi şartların etkisiyle sorunun değiştiği bu kez artık içtihat meselesi üzerinde değil de daha çok iman meselesi üzerinde durmak gerektiği fikri ağır basıyor ve gündem değişiyor. Artık Said Nursi’nin tartıştığı meseleler değişiyor. Bu şekilde bir gelişim oluyor. Eğer o Eski Said çizgisi devam etseydi bence bugünkü toplumsal yaşamla ilgili belki birçok içtihatlar yapılmış olacaktı. Daha güncellenmiş bir İslam hukuku ortaya çıkacaktı. Bu kadar gecikmiş bir süreç veya uçurum ortaya çıkmayacaktı diye düşünüyorum. İsterseniz ben konuşmamı bu şekilde bitirmiş olayım. Sorular veya katkılar olursa onlarla devam edelim.

Soru ve Katkılar

Soru: Tabi on sene önce yazılmış bir makaleye tekrar dönmek bazen yazar için de zor olabilir. Yani aradan geçen on yıl içerisinde, özellikle Türkiye’de hermenötik ile ilgili çalışmalar farklı yorumlar, ekoller, tarihselcilik vs. on yıl sonra baktığınızda bu makaleye mesela eklemek istediğiniz bir şey olur muydu?

Cevap: Evet, ben de düşündüm. Ama Türkiye gündemi ne yazık ki bizi maalesef ya tarihselciliğe ya selefiliğe yönlendiriyor. O iki uç arasında biz orta bir konumda olduğumuz için -yani metinle bağlam arasında o diyalektik, organik ilişkiyi sürdürmek gerektiğini düşündüğümüz için- biz hep o savrulmuş uç kesimlerle mücadele etmek zorunda kalıyoruz. Daha farklı bir paradigmaya da ulaşmadık. Hala bu görüşümüzde devam ediyoruz. Yani keşke o orta yolda daha farklı perspektifler çıksaydı da ayrıntılar üzerinde daha farklı bir gelişme olsaydı ama onu henüz yapabilecek durumda değiliz.

Soru: Metinde sizin verdiğiniz örnek de sosyolojik olarak aileyle ilgili, dört evlilikle ilgili veya Bediüzzaman’ın farklı yerlerde bahsettiği Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerle ilgili Maide suresindeki ayet gibi. Genelde sorunu toplumun içindeki yaşanan olgular sanki esas problemi oluşturuyor. Yani işte devlet erki gibi, ailedeki gibi alışverişteki veya işte faiz, ticaret durumlarıyla ilgili bu konuyla ilgili sizin özel bir şey dikkatinizi çekti mi? Yani özellikle sosyal problemler sanki bu bahsettiğimiz metin-bağlam ilişkisi içerisinde daha pratik oldukları için mi daha büyük sorun oluşturuyor? Yaşanan hayatın içerisinde anlık ihtiyaçlar var, anlık çözümler isteniyor ama insanlarda da bir acelecilik var sanki hemen çözeyim, o yüzden belki uçlara savrulma vs. mi oluyor? Yani bu probleme özellikle sosyolojik bir bağlamda baktığınızda daha belirgin bir şeyi takip etme imkânı oluşuyor mu sizce? İtikadi noktalarda farklı olabilir veya ne bileyim başka noktalarda farklı noktada bulunabilir ama özellikle sosyolojik problemler üzerinde yani bu tartıştığımız metin-bağlam ilişkisi sizce daha belirgin örnekleri vermeye daha yatkın görür müsünüz?

Cevap: Yani şimdi bütün dünya modernleşme denen bir sürecin içinden geçiyor. Batı dünyasında bu yaşandı. Belli bir yere gelindi. Daha sonra Batı dışı toplumlarda bu modernleşme süreçleri başladı. Biz de Batı’ya çok yakın bir coğrafyada yer aldığımız için neredeyse Batı dünyasıyla eş zamanlı olarak bir modernleşme süreci yaşadık. Hatta Batı’nın çok uzun yıllar içinde yaşadığı o değişim süreçleri ki Rönesansı baz olarak alırsak beş yüz yıllık bir değişim süreci var. Biz onu çok kısa bir sürede on dokuzuncu asrın ikinci yarısı -hadi tamamı diyelim- yirminci asır, iki yüzyıl içinde yaşamak durumunda kaldık. Cumhuriyet biraz yukarıdan aşağı değişimler yaptığı için bunlar bize bir dayatma olarak geldi. Biz onlara bir direniş gösterdik. Hatta bu direniş muhafazakarlığın da doğmasına yol açtı ve burada biz hep şöyle düşündük, bu istediğimiz bir değişim değil zorlandığımız bir değişim ve bunu meşrulaştırmaya çalışan yorumlar da modernist yorumlardır. Bunlara itibar etmeyelim gibi birtakım görüşlere de ulaştık. Fakat içinde yaşadığımız gerçeklik bizim düşüncemizi de etkiliyor. Yorumlarımızı da etkiliyor, yani bu değişimi yaşamıyormuş gibi de yapamayız. Anın içindeki değişimlere cevap verecek bir yorum gerekiyor. Zaten yorumları sabitleştirmemek gerekiyor. Yani bugün bir konuda şöyle bir içtihat ortaya çıkabilir. Yani arada yirmi yıl geçer, durum değişir, yeni bir içtihat da gelebilir. Mesela bu bakımdan Şii gelenek, Caferi gelenek çok daha güçlüdür, Sünni geleneğe kıyasla. Çünkü Şiiler de Caferiler’de içtihatlar müçtehitlerin hayatıyla sınırlıdır. Yani bir müçtehit öldüğü zaman içtihatları da ölü kabul ediliyor. Dolayısıyla her zaman yaşayan bir müçtehide bağlanma zorunluluğu var. Bu onlar da içtihat kapısının her zaman açık olmasını gerektirmiş. Fakat bizde muhafazakarlık, gelenekçilik daha baskın geliyor. Önceki müçtehit imamları böyle aşılmaz kafalar, beyinler olarak görme mitosu yaratıldı. İşte onlar içtihat yapar ama ondan sonra onlar düzeyindeki adam çıkmamıştır falan gibi yorumlar yapıldı. Onların çok fazla etkisinde kaldık ama güncelleme her gün kendisini daha fazla dayatıyor. Eğer buna bir cevap veremezseniz yaşayacağınız hayat seküler bir hayattır, bu kadar basit.

Son yirmi yılda bu çok net anlaşıldı. Siyasal İslamcılığın şöyle bir iddiası vardı, iktidar olursak her şey değişir ama yirmi senelik iktidar içinde hiçbir şeyin de değişmediğini gördük. Dolayısıyla bu entelektüel bir problem, bu ilmi bir problem, siyasi bir problem değil. Mesela çok tipik bir şey söyleyeyim. Bir gün burada sahilde dolaşırken emekli bayan bir öğretmen bana dedi ki din geldi ahlak gitti. Düşünebiliyor musunuz? Yani din gelmiş ahlak ortadan kalkmış. Yani bir kişi günlük ibadetlerini yerine getiriyor sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamın da ahlaki kalınmıyorsa burada bir problem var. Yani dini bir şizofreni oluşmuş durumda. Bu şizofreni bence giderek daha problematik hale gelecek. Eğer bu işte bağlam-metin ilişkisini çözemezsek buradan hareketle bir takım çıkışlar yapılmazsa Müslümanız diyeceğiz ama bir laik gibi bir seküler insan gibi yaşamaya devam edeceğiz.

Soru: Hocam Allah razı olsun. Ben şunu sormak istiyorum. Gerçekten düşünce olarak Selefi de var, Cebriye de, Mutezile de var. Ehlisünnet arasında fikir olarak bunları görüyoruz. Hocam düşünürken bu bağlam-metin arasındaki ilişkiyi bazen kurmuyoruz. Yani neden kurulmuyor? Burada bir şey mi var, kasıt mı var yoksa bilgisizlikten, cehaletten mi kurulmuyor bu ilişki?

Cevap: Yani belli sabiteler var, belli ezberlerimiz var. Mesela bu Selefiler ne yapmak istiyor diye bakarsak, bunlar diyorlar ki Kur’an dün olduğu gibi bugünkü yüzyılda da gelecek yüzyıllarda da geçerli olan hükümler ihtiva etmektedir. Din evrenseldir. Türk İslam’ı olmaz. Arap İslam’ı olmaz. Avrupa İslam’ı olmaz. Bu evrensellik takıntısı onların işte değişen koşullara uygun yorum yapmasını da engelliyor. Yani Kuran’daki bütün hükümleri sabit değişmez, ezeli, ebedi hükümler olarak görüyorlar. Selefi okuma zahiri bir okumadır. Metnin arkasına, önüne, sonuna bunlara bakmaz yani. Tekil ifadelerde oluşan, hatta sloganlaşmış ayetlerden oluşan söylemleri vardır. Her şeyi birebir ayetlere dayandırmaya çalışırlar. İslam’ın böyle genel esnek prensipleri olduğunu düşünmezler. Yani bu bir düşünce biçimi. Bunu belli bir sosyal çevre belli bir cemaat tarikat empoze ediyor gençlere. Onlar da böyle düşünüyorlar. İşte bu muhafazakarlık değişime karşı direnç modern dünyanın bizim için tamamen bir tehdit oluşturduğu fikri çok fazla işlendiği için bunlar diyorlar ki asla modern bir tefsir olmasın. Geçmişte nasıl yorumlanmışsa bazı şeyler bunları olduğu gibi sürdürelim diyorlar. Bunların tam zıttı tarihselciller de tarihi şartları çok fazla abartıp sanki metin bu tarihi şartlara uygun birebir onunla bağlantılı gelmiş gibi onlar da birçok şeyin tarihsel olarak demode hale geldiğini söylüyorlar. Yani onlar da başka bir aşırı uca kaçıyorlar ortada duramıyoruz. Ortada durmak için sanki daha fazla donanıma sahip olmak gerekiyor. Daha fazla şeyi hesaba katmak gerekiyor. Aşırı uçlardaki düşünce basit düşüncelerdir, herkesin anlayabileceği düşüncelerdir. Biz bağlam-metin diyalektiği dediğimiz zaman işte ona akıl yetmiyor. Yani bu ikisinin karşılıklı etkileşimini nasıl sürdüreceğiz? Buradaki sınırlarımız ne olacak? O çok daha yoğun bir düşünmeyi gerekli kılıyor.

Soru: Makaleyi daha önceden okumuştuk, bu vesileyle tekrar okudum. Aklıma şöyle bir şey geldi, Kadir hocamın tensiplerine sunmak adına paylaşmakta fayda var. Benim bu okumalardan ve genel önceki birikimlerden geldiğim şöyle bir sonuç var. Heraklitos’un, “aynı nehirde iki defa yıkanamazsınız” sözüne benzer şekilde metin-bağlam ilişkisinde sabit olabilen tek şey lafız gibi gözüküyor. Mana ise çok dinamik ve her an kişinin durumuna göre saniyelik veya dakikalık değişen bir şey olarak gözüküyor. Gerçeklikte bugünkü fiziğin de ifade ettiği gözlemciye göre şekillenen bir şey. Dolayısıyla lafza bu nazarla bakmazsak o zaman lafzın sabitiyle mananın sabitliği noktası biraz zihnimizde tam oturmayacak bir noktaya gelir. İleri ki dönemde hem fiziğin hem de sosyal bilimlerin ortak bir noktaya geldiği yerde herhalde bağlam çok daha dinamik ve çok daha aktif bir mana veya bir hakikat olarak önümüze çıkacak. Yani kültürel ve sosyolojik değişimlerin de ötesinde aslında bağlam fiziki ve biyolojik bir değişimi de ifade ediyor olmalı diye düşünüyorum. Bu konuda hocamın fikrini almak isterim.

Cevap: Şimdi iki düzlemde düşünmemiz gerekiyor. Bir tefsir düzlemi var. Bu biraz soyut bir düzlem. Herkes her yorumu yapar gibi gözüküyor, farklı yorumlar var. Mesela en klasik eserlerden Razi’nin tefsirine baktığımız zaman bir konuda bazen beş on tane farklı görüş sunabiliyor. İşte cumhurun görüşü dediği görüş çok kişinin katıldığı görüş olduğu için o mesela belirleyici oluyor. Ama bunun dışında farklı düşünen insanlarda hep olmuş olacak da. Dolayısıyla tefsir bağlamında çok farklı düşünceler, yorumlar olabilir. Fakat fıkıh düzleminde baktığımızda normlarla, hükümlerle düşünmeye başlıyoruz. Ve bu tefsir düzleminde her şeyi böyle kaygan gören kişiler daha çok fıkıh bazlı düşünmeyi tercih ediyorlar. Diyorlar ki somut olarak konuşalım. Ne değişir, nasıl değişir, niye değişir? Sınırı nedir? Gibi sorular soruyorlar haklı olarak. Ben orada şöyle bir somutlaştırmada yapıyorum bu metinde yok ama başka çalışmalarımızda bunu ifade ettik. Ben tek kişi de değilim, bu konuda bunları ifade eden.

Şimdi bir ayeti özellikle bu ahkam ayetlerini hüküm ihtiva eden ayetleri dört katmanlı bir yapı içinde görmek gerekiyor. Önce ayet bir sözden bir lafızdan oluşuyor, bu değişmez. Yani Kuran’ın hiç kimse lafzını değiştirmeye kalkamaz. Bu neyse odur, değişmez. Şimdi lafzın ihtiva ettiği bir hüküm var, bu hüküm değişebilir. Peki, neye göre, nasıl değişir? Eğer hükmün bir illeti varsa illet de değişmişse illetin değişmesine paralel olarak hüküm de değişebilir. Daha önce söyledim nesh kavramı çerçevesinde. Değişen hükümler mutlak olmaz. Yani bir değişti, bir daha hep böyle olacaktır diyemeyiz. Şartlar gereği illet değişince tekrar hüküm gelebilir de. İşte mesela bu metinde ben örnek verdim. Savaş koşullarında geçerli olan normlar savaş bittikten sonra barış ortamında geçerli olamazlar. Normal hal barış halidir. Hayatın normal istikrarlı yürüyüşü barış halindeki yürüyüştür. Dolayısıyla bu dönemdeki geçerli olan normlar savaş halinde de geçerli olmazlar. Demek ki savaş haliyle barış hali iki farklı zemin. Bunlar da ayrı türden hükümleri gerektiriyorlar.

Bir de ayetlerin amaçları vardır. Buna makasıd denilir. İşte maksatlar da değişmiyor. Yani dört katmandan ilki ve sonuncusu lafız ve amaç değişmiyor. Ama hüküm ve illet birbirine bağlıdır, bunlar değişebilirler. Dolayısıyla fıkıh planında düşündüğümüzde bunlar hemen aklımıza gelmesi gerekiyor. Maksad özellikle Şâtıbî tarafından çok önemsenmiş o mesela İslam fıkhında bir yeni paradigma oluşmasını sağlamış. Benim Beyan Sosyolojisi adlı bir kitabım var, orada bunlara değindim. Diyor ki, Kur’an’daki hükümleri tek tek inceleyerek genel amaçları nedir? Bu amaçları tespit edelim. Daha sonra da bulunduğumuz çağdaki tek tek tikel sorunları bu genel amaçlar çerçevesinde çözmeye çalışalım. Yani o hem bir tümevarım hem de bir tümdengelim yöntemiyle bugünkü somut sorunların çözülebileceğini söylüyor. Bunun erken bir uygulaması fıkıhta kıyas olarak yapılmıştır. Fakat kıyasla makasıd düşüncesi arasında temel bir fark var. Kıyas da bilinen bir hükmün geçerliliği ancak bilinmeyen yeni bir hükme aktarılarak sağlanır. Yani burada birebir kıyas söz konusu olduğu için çok fazla genelleme yoktur. Tümevarım eksik kalmaktadır. Yani bunu daha da geliştiren Şâtıbî bize aslında yepyeni bir paradigma sunmuş. Ben kıyasla makasıd düşüncesinin daha gelişmiş bir düşünce olduğunu bugünkü sosyal bilimlerle de çok uyumlu olduğunu düşünüyorum. Önce tümevarım sonra tümdengelim yöntemiyle bugünkü sorunların daha hızlı aşılabileceği kanaatindeyim. Modern bilim tümevarımla çalışıyor. Felsefe, teoloji ve kelam Orta Çağ’da daha çok tümdengelimle çalışmış ama bugün geldiğimiz aşamada yeni bir senteze ihtiyacımız var. Bu da tümevarımla tümdengelim yönteminin aynı anda çalıştırılması, bunların birleştirilmesi gerekiyor. Günümüzde dünya buraya gidiyor. Dolayısıyla da fıkıhta ve sosyal bilimlerde bu iki yöntemin başarılı bir şekilde birleştirilmesi gerekiyor. Biz yöntem konusunu çok az düşünüyoruz. Oysa bütün bilimlerin temeli bir usule bir yönteme dayanır. O usul de gelişmeye açıktır. Yani kıyas İslam hukukunun bulduğu ilk ve son yöntem değildir. Bunun devamında gelişmiş bir makasıd fikri de var. Dolayısıyla bununla sorunlarımızı daha hızlı çözebiliriz diye düşünüyorum.

Soru: Hocam bu manada Kur’an’ın her okunduğunda veya muhatap olunduğunda yeniden nazil olduğu yaklaşımı ya da herhangi bir metnin okunduğu esnada yeni bir istinsah ortaya çıktığı yaklaşımı bu anlamda en azından ileriye dönük olarak farklı bir bakış açısı getirir mi? Bu konuda ne dersiniz?

Cevap: Evet, bu çok sık söylenen bir şey. Hermönetik, fenomenoloji gibi sosyal felsefi bilimlerdeki yaklaşımlarla paralellik arz ediyor. Mesela fenomenolojide okumanın, her okumanın niyetsel olduğu söylenir. Ben buna şahsen katılıyorum. Yani Kur’an-ı Kerim’i kafanızda belli bir problemle alın okuyun, farklı bir yere gidersiniz, başka bir gün, başka bir problemle alıp okuyun, farklı şeyler karşınıza çıkar. Kitap hakikaten bereketli. Kuran’ın hakikaten zahiri ve batıni farklı anlam katmanları var, bunun çözümlenmesi gerekiyor. Bu da sürekli yeni niyetlerle yeniden okumalarla gerçekleştirilecek bir şey. Onun için hakikaten Kuran’ın bereketli bir kitap olduğunu okundukça daha güncelleştiğini birçok sorunumuza, bu zihinsel sorunlar da olabilir, felsefi sorunlar da olabilir, çözüm getirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Mesela bunu şöyle de açalım, Kur’an hangi perspektiften okundu tarihte diye baktığımızda tefsir tarihi bildiğimiz bir tarih. Kur’an’ı kimisi dil bilimleri açısından incelenmiş, okumuş, kimisi tasavvuf açısından yorumlanmış, kimi kelam açısından yorumlamış. Neden günümüzde sosyal bilimler açısından okunup değerlendirilmesin? Yeni perspektifler, yeni yöntemler ortaya çıktı, neden bu yöntemleri uygulamayalım? Yani bence bunlara açık olmamız gerekiyor. Klasik bildiğimiz yöntemleri de demode olmuş yöntemler olarak görmeden ki onlar çalışmış tarih boyunca, onlarla birçok şey ortaya konmuş. Ama yöntemle yaklaşımlarda da yenilikçi olmak gerekiyor. Bu bizim ufkumuzu daha da geliştirecek diye düşünüyorum.

Soru: Hocamın dediği çok önemli bir nokta. Yani sosyal bilimler açısından incelersek ayetleri olsun, hadisleri olsun belli hükümler ortaya koyulur. Sonra davranışlarımıza bunun yansıması olur ve toplumun düzelmesine sebebiyet verir. Şimdi bir üslup sorunu var mesela toplumda, en yukarıdan en aşağıya kadar. Sosyal bilimler açısından da yorumlanması lazım, ayetleri ve hadisleri düstur yapıp hayatımıza geçirmemiz lazım. Yoksa mübarek bir kitap, okuyoruz amenna ama hayata geçmedikten sonra ne manası var?

Cevap: Kitapla ilgili imajlarımız da çok belirleyici. Türkiye’nin halk İslam’ı dediğimiz anlayışına bakarsak Kur’an tamamen bir ritüel kitap. Belli ritüelleri öğrenip uygularsak Kur’an’ı da tüketmiş oluyoruz. Kur’an’ı hayat rehberi olarak görmüyorlar. Ekonomik hayatımızda, siyasi hayatımızda, sosyal hayatımızda bize rehberlik edecek ilkeleri veren bir kitap olarak görülmüyor maalesef, ritüelistik bir din anlayışımız var. Bu bize tabii bir miras. Bunu maalesef değiştiremedik. Yani bu imajların ötesine geçemedik. Hala ezberlerimiz, klişelerimiz çok belirleyici bir rol oynuyor.

Soru/Katkı: Hocamın son söylediklerinden birkaç hususa ben de bir atıfta bulunayım istiyorum ama şöyle bir yanlış da oluşabilir, ondan dolayı da özür dilerim. Yani konuşmanın öncesini dinlemeyip önceden söylenilmiş olan bir şeylere tekrar vurgu yapmak veyahut söylenmemiş gibi söylemiş olmak gibi bir durumla karşı karşıya kalabiliriz.

Hocamın söylediği hususların bir kısmı hakikaten de tefsire ciddi anlamda tekabül ediyor. Bu açıdan söylenilenler doğru ama bunun uygulaması noktasında birtakım sakıncalar, çekinceler, nasıl uygulanacağıyla ilgili sorunlar var. Mesela kıyas nasıl yapılır, nasıl yapılmış? Mesela mantıktaki kıyasla İslam hukukundaki kıyas arasında fark oluşmuş. Bu açıdan hakikaten kıyas İslam hukukunun veya İslami bilimlerin dört başı mamur nasıl uygulanabileceğinin metotları ortaya konulmuş ve sonuçta da kabul edilebilir veya reddedilebilir bir ölçü ortaya konulmuş. Nitekim birtakım yapılan kıyaslar revaç bulmamış, devam etmemiş. Sonra mesela kıyasla beraber önemli bir husus icma olmuş. Yani her yapılan kıyasın da kendisi geçerlilik kazanmamış. Bence burada hocamın dediği hususların en önemli arka planı şu, bunların yapılmış olduğu ortam da İslam toplumunda hâkim olan değerler hem yaşantı olarak hem sosyolojik olarak söylüyorum hem de düşünce bazında Kur’an’ın değişim ve dönüşümüyle bezenmiş bir toplulukla karşı karşıyayız. Yani orada bunu üretebilmek kolay olmuş. Bence bugün çok önemli bir sorunla karşı karşıyayız.

Ben ciddi anlamda katılıyorum yani Kadir hocama. Şu anda deist olmak, ateist olmak, seküler olmak bunlar adı konulmamış ama vakada zaten var. Bugün Türkiye’deki Müslümanlar hakikaten seküler yaşıyorlar, biz de seküler yaşıyoruz. Hatta ben buna çift dillilik diyorum. Yani din dili ve din düşüncesi mesela şimdi biz burada bunu konuşuyoruz ama dışarıdaki hayatta bunu konuşamıyoruz veya medreselerde Risale-i Nur okuyoruz ama karşımıza birisi geldiği zaman Risale-i Nur’daki şeyleri onlarla paylaşamıyoruz. Hem bir takım sosyolojik gerçeklikler var, hem de ciddi anlamda her geçen gün Kur’an’ın hayat dünyasından uzaklaşmış durumdayız. Said Nursi’nin İçtihat Risalesi’ndeki bahislerini sosyolojik açıdan çok değerli ve çok kıymetli buluyorum. Yani hatta o dönem içtihat kapısı açık mı, kapalı mı tartışmalarını diğer entelektüeller, aydınların da söyledikleriyle mukayese edildiğinde Said Nursi’nin bakışının ayrıcalıklığı ortaya çıkıyor. O da şu, öyle bir dönemde içtihat yapılıyordu ki onların bütün dertleri rızayı İlahiyi kazanmak ve onun peşinde koşan bir topluluktu. Bugün tam tersine bir durumla karşı karşıyayız. Evet, maslahat prensibini işleteceğiz, evet din dinamik olacak, sabit lafızdan üreteceğiz ama karşıda o kadar farklı taleplerle karşı karşıyayız ki yani vakada beklentiler neredeyse Kur’an’ın değişim ve dönüşümünün tam tersinde oluşmuş.

Ben burada bir parantez açayım. Mesela Hazreti Peygamber (asm) geldiği toplumun beklentilerine ne kadar cevap vermiş? Veya din o beklentilerinin ne kadarını kendi potasında eritmiş. Birkaç tane örnek vereyim. Hac ibadeti bence bunlardan bir tanesidir. Önemli bir ibadettir. Çünkü orada hac vesilesiyle ciddi maddi gelirler vardı. Onu devam ettirmek. Sırf budur demiyorum ama üzerinde konuşulması gereken hususlardan bir tanesidir. Ama bunun karşısında toplumun statükosunu çok ciddi anlamda her şeye göğüs gererek değiştirmiştir. Kur’an’ın en önemli, vahyin en önemli vazifesi değiştirme ve dönüştürmedir. Bu değiştirme ve dönüştürmeden sonra vahyin getirdiği hükümler uygulanabilir hale dönüşmüştür. Onun için Mekke ve Medine dönemini böyle bir şekilde ayırt etmek lazım. Şu anda mesela ciddi anlamda hadisleri bir tarafa bıraktım ben, Kur’an’ın hükümleriyle karşı karşıya kalan yeni nesil neredeyse anlam dünyası açısından uçurumlar arasında yaşıyorlar. Yani mümkün değil. Ben öyle ayetler söyleyebilirim ki yani bunları anlatabilmek bile şu anda mümkün değil metafizik olan, gayb olan şeyler onlar için çok anlamsız, çok gereksiz. Nasıl ifade edeceksiniz, nasıl izah edeceksiniz? Çünkü teslimiyet yok, iman yok. Bunların olmadığı bir noktada bunları ifade etmek çok zor.

Evet, doğru makasıdla ilgili şeyler hakikaten biraz da ilginç bir şeyi var. Bu Mağrib ulemasının bize kazandıracağı bir şeydi ama Mağrip uleması çok etkili olamamışlardır. Bunu birtakım sosyolojik gerekçeleri de var. Mesela İbn-i Haldun’dan başlayan işte Tahir bin Aşur ile devam eden Şatibi ile ifade edilen ama orada kesilen. Mesela çok enteresan, ben tarihselcilik çalıştım. Aslında tarihselcilik düşüncesinin Türkiye’de sadece ahkâma boğulmasını çok büyük bir şanssızlık olarak görüyorum. Hatta benim tezimin iddiası budur. Yani historical hermeneutic aslında İslami ilimler ve tefsir geleneği için çok büyük bir kazançtır. Ama bu historical criticism haline dönüştürüldüğü için bu kayıpla karşı karşıyayız. Bunu şunun için söylüyorum. Yani İbn-i Haldun tarihselciliğin ortaya çıkışındaki beşeri bilimlerin de bir bilim olduğu direnişinde aslında Batı’dan çok öncedir ve öncülüdür bunun. Ama çok garip, ben tezde de bunun üstünde durdum. Neden devam ettirilememiş? İbn-i Haldun gibi birisi varken biz bunu gidip bir başkalarından Dilthey vs.den öğrenmeye kalkıyoruz. Ki bu süreç arada çok ciddi bir şey oluşturuyor, uçurum oluşturuyor ama yine oraya yoğunlaşmak lazım.

Maksadı tespit etmek çok zor onu söyleyeyim. Said Nursi’nin oradaki çekincesi de budur. Çünkü maksadı okurken benim kendi beklentilerim mi maksad? Yoksa metnin kendisinin maksadı mı maksad? Çünkü maksadı belirlemekte bir ölçü koymanız lazım. Mesela kıyasta ne yapmışız? İllet birlikteliğindeki objektifliği sağlamaya çalışmışız veya hüküm istimbadında istimbat metotlarıyla ilgili illet tespiti ile ilgili objektif deliller ortaya konulmaya çalışılmış. Yani her şeye illet diyemiyorsunuz. İstimbat ederken illeti tespit ederken bir takım kurallar belirlemeniz gerekiyor. Şimdi makasıdda da aynı şeyi yapılabilir olmanız gerekiyor. Yoksa bugünkü insanlara bakarsanız işte bakın bir sürü kötü niyetli var ortada dolaşıyor. Ayeti okuyor, diyor ki ayetteki maksat budur. Neden başörtüsü takılıyor? Çünkü işte bilmem başörtüsündeki maksad buydu. İşte cariyelerle, kölelerle, hürler birbirinden ayrılsın diyeydi. Ondan sonra işte bugün böyle bir şey kalmadı. O zaman başörtüsüne gerek yok, kaldırdınız. Biraz daha bir kerte daha ileri gittiniz. Neden içki haramdır? Çünkü işte Araplar sıcak ortamda yaşıyorlardı. İçki onların başına vuruyordu. Dolayısıyla ne söylediklerini saçmalıyorlardı. Söyleyemiyorsa, maksad burada o değildir, maksad budur, bunu da kaldıralım gibi birtakım çok uç şeylerle karşı karşıya kalıyoruz.

Bunun için benim şeyim şu önce yeniden Kur’an’ın değiştirici ve dönüştürücü olduğu değer sistemiyle ilgili ciddi bir çalışma yapmak gerekiyor ki Kadir hocama çok katılıyorum orada. İlk açtığımda onu ifade ediyordu, mesela Said Nursi’nin, Eski Said ve Yeni Said dönemlerindeki dönüşüm tamamen budur. Keşke Said Nursi’yi anlayabilseydik. Yani onun yeni geri dönüşünü destekleseydik ve nesli böyle bir düşünceyle inşa etseydik. Emin olun o zaman karşılaştığımız sorunlar yine olacaktı. Çünkü sosyal hayat değişiyor ve metin aslında üslubu itibariyle, muhtevası itibariyle istatistik olarak da her yönüyle de değişime açık bir metin olduğunu çok net ifşa ediyor, ortaya koyuyor. Çünkü detaylar yok, genel prensipler ortaya konulmuş ve örnekler anlatılmış. Bunlarda hiçbir zaman somutlaştırıcı şeyler verilmemiş. Bunlar mümkün olduğunca soyut bırakılmış. Burada gelişmeye açık olsun diye. Peki, böyle bir metinde neden bunu gerçekleştiremiyoruz? Çünkü metinden, işlevselliğinden istifade edebilecek bir yapı müsait değil. Bu yapıyı inşa ettikten sonra yöntem oluşturulabilir.

Metin bugün hakikaten sosyolojik olarak okunuyor. Yani o açıdan çok ciddi bir sıkıntı olduğu kanaatinde değilim. Psikolojik olarak da psikoloji ilminin verileriyle veya sosyoloji ilminin verileriyle metni okumaya kalkışanlar var. Ama orada da temel sıkıntımız şu. Yine bizim dışımızdaki bir ortamda bilimsel olarak kurumsallaşmış veya bağımsızlık kazanmış bilimin verileriyle Kur’an-ı Kerim okunmaya çalışılıyor. Hâlbuki bence burada da bir sıkıntı var. Yani genelde sosyolojinin de, psikolojinin de dayandığı birtakım temel prensiplerin yeniden Kur’an’dan çıkartılması gerekiyordu. Mesela çok bariz örnekler vereyim size. Diyelim ki psikolojide Froydyen anlayışla, bir temel prensip var. Kardeşimizin birisi oradan bir prensibi çıkartıyor, bu prensiple ilgili ayetleri buluyor. O ayetlerde de zaten var diyor ve bunu ifade ediyor. Yani dışarıda vaka veya bir veri var, o veriyi gelip Kur’an-ı Kerim’den bulmak. Biz buna nastan olguya veya olgudan nassa gelmek gibi bir şey söylüyoruz. Yani nastan olguya gitmek daha doğru. Olgudan nassa geldiğiniz zaman eğer dışarıdaki olgu size ait bir olgu değilse birtakım zorluklarla karşılaşıyoruz. Ve ben sadece buna vurgu yapmak istedim.

Bu vasatta ben hocamın dediği gibi yeni bir yöntem geliştirmenin çok zor olduğu kanaatindeyim. Yani ızdıraplar var, sancılar var. Hatta açık bir şey söyleyeyim, bir tecdide ihtiyaç olduğu çok açık, müceddide ihtiyaç duyulduğu da çok açık. Ama susamış bir insana saf bir su vermezseniz, bulanık bir suyu da, susuzluğunu gidermek için içtiği gibi şu anda tecdit peşinde olan birtakım insanlar ismini tecdit demeseler bile toplumun ihtiyaçlarına cevap vermek için birtakım şeyler söylüyorlar. Ve toplum bunlara da rağbet ediyor. Modernist İslami düşünceler niye revaç buluyor onun cevabı bence, çünkü toplumun vicdanen rahatlamasına vesile oluyorlar. Hâlbuki ortada gerçekten toplum aç.

Said Nursi’nin ifadeleri ki bugünkü nesle gençliğe uygun bir şekilde ulaştırılsa ve onun etrafında bu tip şeyler geliştirilebilir olsaydı, daha güzel şeyler sunabilirdik diye düşünüyorum. Zor bir süreç içerisine giriyoruz ve gün geçtikçe de iş zorlaşıyor. Beş sene evvel Kur’an ayetlerini muhataplarıma çok daha rahat anlatıyordum. Şimdi çok daha zorlanıyorum. Hatta şimdi gençlere anlatmakta çok daha zorlanıyorum. Makulleştirmek onlar için anlamlı hale dönüştürebilmek vartasına düştüğünüz andan itibaren bu defa nassın kendisini anlatmaktan uzaklaşıyorsunuz. Arada çok büyük bir uçurum oluşuyor. Ben çok yakinen hissediyorum. Yani ben sürekli sahadayım. Yani sürekli insanlara muhtelif şekillerde ayetleri anlatmaya çalışıyorum. Onlarla empati kurmaya çalışıyorum. Her geçen gün aramızın açıldığını vahiyle sosyolojik hayat arasında çok ciddi bir uçurum oluştuğunu rahatlıkla hissediyorum ve üzülerek de sizle paylaşıyorum.

Cevap: Evet hocam çok haklı. Yani o uçurumu hepimiz görüyoruz, yaşıyoruz. Hele farklı kesimlerle, diyalog halinde bulunuyorsanız iki farklı dünyada yaşadığınızı da görüyorsunuz. Çünkü hakikaten adamların dünyası bize çok uzak. Fakat işte İslam’ın ilk geldiği dönemde çok tanrılı bir inanca sahip topluma tek tanrılı bir inanç nasıl anlatıldı. Nasıl burada değişim sağlandı? Belli yerleşik gelenekleri olan bir toplumda geleneksel toplum bugünkü toplumdan çok daha inatçı bir toplum, gelenekçi bir toplumdu. O toplum nasıl değiştirildi? Nasıl yeni bir insan ve toplum inşa edildi. Bence o süreçleri iyi incelemek gerekiyor.

Değişim günümüzde bizim inisiyatifimizde değil. Başkalarının yön verdiği bir değişim için de biz akıp gidiyoruz. Neye karşı direnç göstereceğimiz, neyi onaylayacağımız çok belirgin değil. Ama bir stratejimizin de olması gerektiğini düşünüyorum ben. Yani ilk etapta genel prensipleri koyup hiç olmazsa bu prensipler çerçevesinde bir hareket başlatmak gerekiyor. İlerleyen bir dönüşüm olursa o zaman daha dikkatli bir içtihat süreci gündeme gelebilir. Ama çok aşırı bir çekimserlikle bu işler bugün bu şekilde olmuyor. Bir daha olmaz gibi bir karamsarlığa da düşmemek gerekiyor. O var olan uçurumu sadece artırıyor. Değişimin öncüsü olması gereken insanlar bir köşeye çekiliyorlar. Dünyadan uzaklaşıyorlar. İnzivaya çekiliyorlar adeta. Bu da bence peygamberin yaptığı bir şey değildi.

Peygamberler büyük zorluklarla hakikaten karşı karşıya kaldılar. Ben biraz şeyi de inceledim. Peygamberimizin hayatını siyer kitaplarından hareketle mesela o Mekke’den artık ayrılmak zorunda kalması ve çok uzaktan belki akrabalarım var. Orada beni korurlar diye Taif’e gitmesi. Orada serserilerin taşlaması ve Taif’ten çıkışı sonra bir Hristiyan adamın bağına kendisine atıyor. O adam biraz işte teselli vermeye çalışıyor. Orada yaptığı bir dua var. Yani bence o dua onun en dip noktaya da düştüğünü gösteren bir dua. Müthiş bir çaresizlik var. Hani Hz. İsa’nın (as) çarmıha gerilirken söylediği bir söze benziyor. O duadaki sözler Rabb’im beni unuttun diyor ya. Ona benzer sözler söylüyor. Yani o kadar çaresiz, dip noktaya düşüyor. Fakat ondan sonraki süreci incelediğimiz zaman inanılmaz bir çıkış var, inanılmaz bir yükseliş var. Dolayısıyla bu toplumun da böyle dip noktaları olacak. Ama çıkışları da olacak diye ümit var olmak gerekiyor.

Bu objektiflik konusunda bir şey söylemek istiyorum. Yani kıyasta objektiflik daha fazla başarılmış. Makasıtta bu başarılabilecek mi? Maksadlar nasıl tespit edilecek? Sorusu önemli bir soru. Sosyal bilimlerdeki objektiflik yüzde yüz bir objektiflik artık hiç kimsenin düşündüğü bir şey değil. Bu objektiflik biraz fen bilimlerinden gelen bir anlayış. Yani pozitivist sosyolojide fen bilimlerinde olduğu kadar bir objektifliğin başarılabileceği söyleniyordu. Nasıl doğada bir takım yasalar var, bunlar formüle edilebiliyor. Toplumsal yaşam da belli yasalara dayalı. Dolayısıyla bunları formüle edebiliriz gibi bir anlayış vardı. Sosyolojide Yasa Fikri kitabım tamamen bu konuyla ilgili. Bugün mesela yasalı sosyoloji fikrinden postmodernistlerle birlikte yasasız bir sosyoloji fikrine ulaşmış durumdayız. Ben postmoderizmi tabi savunmuyorum ama artık ne diyelim? Makul, ana akım sosyal bilimlerdeki objektiflik özneler arası objektiflik dediğimiz bir düzeyde. Bu tam da tefsirdeki cumhurun görüşüne veya fıkıhtaki icma’ya tekabül eden bir kavram. Yani şöyle düşünelim, bir metni okuyor ve on kişiden altısı veya yedisi belli bir şekilde onu anlıyorsa burada bir artık özneler arası objektiflik oluşmuş demek, buna itibar edebiliriz. Değilse on kişinin okuduğu metni aynı şekilde anlamasını beklemek biraz imkansız bir şey gözüküyor. Bu makasıdda da geçerli diye düşünüyorum. Yani Kur’an’daki o belli başlı hükümlerin makasıdları üzerinde düşünen insanlarımız olması lazım. Bunlar belli bir ortaklaşa görüşe ulaşıyorlarsa buna makasıd diyebiliriz, diye düşünüyorum. Değilse yüzde yüz objektiflik mümkün değil. Bunu düşünmeyelim artık.

Katkı: Kadir Hocam uzatmazsam bir şey ilave edeyim yani benim uğraşı alınım tefsir olduğu için şimdi bir taraftan da sizin dediğiniz hususlarda da hakikaten mutlak bir objektiflik anlayan özne açısından ne kadar mümkündür. Zaten hermenötiğin veya beşeri bilimlerin hatta tarihselcilik de bunun içerisinde, temel şeyi Batıdaki bu müsbet bilimlerin bilim sayılması diğerlerinin yani beşeri bilimlerin bilim dışında bırakılmış olmasına karşı bir savunma hakikaten de aynı şeyi beklemek mümkün değil, ben de katılıyorum. Hatta ben tezde şeyi de işlemiştim. Kur’an kıssalarındaki ifade tarzı her daim aynı sonuçlar elde edilebilir, yani çizgisel bir tarih anlayışı mı var? Yoksa döngüsel bir tarih anlayışı mı var? Yoksa Kur’an-ı Kerim neden bunları örnek verir diye. Nihai olarak ama şöyle bir şey söz konusu, mesela Kur’an-ı Kerim’de şeyi de ifade eder Allahuteâlâ, Kur’an’ı anlamaya kalkıştığında kalbinde zey olan kişiler müteşabihlerin peşine takılırlar. Hâlbuki diğerlerine geldiği zaman diğerleri ise amenna derler ve devam ederler. Şimdi bunların hepsi aslında mukayeseyle ben şöyle düşünüyorum Batı’nın metin okumayla ilgili geliştirmiş olduğu yöntemlerin hepsi bizim için bir değerdir. Ama bütün bunların hepsi Kur’an’ın değer dünyasıyla bir kıstasa vurularak istifade edilmelidir. Yani ben böyle yapmaya çalıştım. Tarihsel yorumun Kur’an yorumunda çok önemli bir kazanç olduğunu ama bunun kendi potamızda eritilerek birebir -zaten tarihselcilikle böyle bir şeydir- birebir aktaramazsınız.

Nihai olarak geldiğimizde objektiflik açısından şunu söyleyebilirim. Yani metni anlayan özne eğer lafzı esas alarak, lafzın bütün imkanlarını esas alarak otoriteyi lafız ve lafzın imkanları kılarak anlamaya çalışıyorsa mutlak anlamda objektif olamaz ama bir kritere dayandığı için hesabını verebilir bir sonuç elde etmiş olur. Ama bunun yerine ki bu şu açıdan çok önemli. Başka hiç bir kutsal metnin sahibi olmadığı bir şeye sahibiz. Biz Kur’an metninin lafız itibarıyla da bize hiç değişmeden geldiğini ispat edebiliyoruz. Yani şunu söyleyebiliyoruz. Bu lafız Cebrail’in Peygamber Efendimize (asm) getirdiği orijinal lafızlardır. Bu lafızlarda hiçbir değişme olmamıştır. Bu şunu getirir, lafzın otoritesinin şerri olduğunu gösterir. Mesela ben son dönemde Mustafa Öztürk’ün, Kur’an lafzı ve manası arasındaki ayrıma gitmesini de kendi paradigması açısından bir engeli ortadan kaldırmak için yaptığı kanaatindeyim. Çünkü kendi paradigmasında onun önünde çok büyük bir engel oluşturuyordu. Rahat davranabilmek için bunu ortadan kaldırmak halbuki tam tersine böyle bir objektiflikten kastım, yani lafzı ve lafzın bütün imkanlarını kullanabilecek bir metodoloji oluşturulursa tam tümüyle objektif olunamasa bile objektifliğe yakın bir kıstasta ki bu kıyasta da böyle aslında yani yöntemler ortaya konulabilir. Yoksa sizin dediğiniz gibi eğer mutlak lafızda kasıt budur diye bir şey zikredilmemişse ve o anlayan özne de beşerse ve beşer de kendisi de bir hayatın mamulüyse, onun içerisinde yaşıyorsa mutlaka bir görecelik elbette barındıracaktır. Ama ben burada sürekli lafız ve lafzın imkânlarını kullanmaya vurgu yapmaya çalışıyorum. O zaman serbestliği biraz kayıtlamış oluyoruz ve Kur’an’ın değiştirici ve dönüştürücü olmasını da sağlamış oluruz diye düşünüyorum. Yoksa hakikaten ben size katılıyorum, hatta mesela Kur’an’ın anlaşılmasında da beşeri bilimlerin esas alınmasının çok daha avantajlı olduğu kanaatindeyim. Çünkü pozitivist anlayışlarla, Kur’an’ı anlamaya çalışmak artık o gelişmeyi ve değişmeyi çok ciddi anlamda engelliyor ama elimizdeki avantajı da kullanmak bizim için çok önemli. Çünkü lafız hiç değişmeden hatta çok enteresan kıraat farklılıklarıyla gelmiş, bu da büyük bir avantaj. Hatta yedi harf dediğimiz farklılıklar da bilindiği kadarıyla zapturapt altına alınmış. İnşallah ben ümitliyim, benim anlatımımda bir ümitsizlik şeyi olduysa onu da tashih edeyim. Ben ümitliyim ama keşke bunlar çok farklı yerlerde de bu makuliyet içerisinde konuşulabilse. Böyle hasımlaşarak, karşı kamplarda değil de makuliyet içerisinde. Allah razı olsun ben çok istifade ettim.