VI. Masa “Siyaset Bilimi ve Din”


Siyaset Bilimi ve Din

Teokrasi, Yasama, Yürütme, Yargı, Anayasal Düzen, Din ve Devlet İlişkileri, Dört Halife Dönemi, Seçim, Hilafet, Saltanat, Devlet-i Ebed Müddet Anlayışı, Ululemre İtaat, Sivil Toplum, Sivil İtaatsizlik, Meşveret, Meclis, İcma-i Ümmet, Kamuoyu.

Katılımcılar

Kazım GÜLEÇYÜZ
Av. Abdüssamed DEMİR
Dr. Ahmet NAZLI
Av. Ömer Faruk UYSAL
Dr. Alev ERKİLET
Kürşat BUMİN
Oğuz UMURCA
Ö. Faruk PEKEL

Sonuç

Din ve Devlet

Bir Kur’ân müfessiri olarak Bediüzzaman Said Nursî, diğer bilimler gibi siyaset bilimine de Kur’ân merkezli bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Din-devlet ilişkilerinde, İslâm toplumunda yüzyıllardırsüregelen ve “din ü devlet” terkibiyle ifade edilen “dinle devleti aynîleştirme” anlayışını benimsememiştir. Devletle kaim bir din anlayışında olmamıştır. Bunun yerine, kâinata kök salmış bir hakikat olan dini, özgür ve sivil bir zeminde yorumlamıştır.

Devlet Dine Müdahele Edemez

Devletin dine müdahalesini de, dinin dünyevî maksatlarla kullanılmasını da reddeden bu yorum, dinin getirdiği değerlerin öncelikle bireyden başlayarak bütün topluma mal edilmesini öngörür.

Dine Hizmet ve Siyaset

Bediüzzaman, din hizmetinin devletten ve siyasetten tamamen bağımsız bir zemine oturtulmasını ve kuşatıcı bir anlayışla verilmesi gerektiğini savunur. Bu doğrultuda Said Nursi, din hizmetlerine, kesinlikle siyaset ve inhisarcılık gölgesinin düşürülmemesi uyarısında bulunmuştur.

Hakem Devlet

Said Nursî’ye göre devlet, farklı inanç, görüş ve kesimler arasında taraf tutmadan hakem olmak ve özgürlükleri tam anlamıyla tesis etmekle yükümlüdür. Devlet, yasama, yürütme ve yargı başta olmak üzere bütün kurumlarıyla hak ve özgürlüklerin önündeki bütün engelleri kaldırmalıdır. Kılık ve kıyafetle, fikirlerle, inançlarla uğraşmak devletin görevi değildir.

Yargı Siyasallaşmamalı

Bediüzzamanın ‘Mahkeme, hiçbir cereyana alet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez’ sözü çerçevesinde, yargı sisteminden beklenen, hiçbir harici ideolojik ve siyasi etki altında kalmadan, adaleti tecelli ettirip hak ve özgürlükleri güvence altına almaktır.

Özgürlükçü Yaklaşım

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen Bediüzzaman, siyasî, ilmî, kültürel, ekonomik olmak üzere istibdadın her türlüsüne karşı çıkmıştır. ‘Şeriat aleme gelmiş, ta istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin’ diyerek, şeriatı istibdada müsait zanneden anlayışı reddetmiştir. Nursi, Devlet kaynaklı siyasî baskılara teslim olmadığı gibi, ifade ve fikir özgürlüğünü baskı altına alan, ilmî istibdada ve avam tabakasını ezen burjuva tahakkümüne de karşı olduğunu ifade etmiştir.

İman ve Özgürlük

Said Nursî, özgürlük anlayışını iman temeline dayandırmış, imanın Allah’tan başka kimseye boyun eğmeme izzetini ve Allah’ın yarattığı hiçbir şeye tahakküm etmeme şefkatini kazandırdığına dikkat çekmiştir. Hürriyeti, imanın bir hassası/niteliği olarak gören Bediüzzaman, “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar” demiş ve Asr-ı Saadeti örnek göstermiştir.

Asr-ı Saadet ve Cumhuriyet

“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diyen Bediüzzaman, ideal bir uygulama örneği olarak Asr-ı Saadeti göstermiştir. Dört Halifenin aynı zamanda reis-i cumhur hükmünde olduklarını ifade ederken, “Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler” demiştir.

Düşünce ve İfade Özgürlüğü

Demokrasinin temeli, düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Farklı düşünceler, eşit ve âdil şartlarda özgürce yarışabilmelidir. Tek görüşü, devletin resmî ideolojisi haline getirip, farklı görüşlere hayat hakkı tanımayan ve onları baskı yöntemleriyle susturup sindirmeye çalışan bir anlayış, demokrasinin önündeki en büyük engeldir. Oysa düşünce özgürlüğü, “aykırı” sayılan, “sarsıcı ve şoke edici” olarak görülen fikirler için de geçerli olmalıdır. Zira, ‘Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar,’

Laiklik ve Demokrasi

Bu bağlamda laiklik de demokratik bir yaklaşımla yorumlanmalı, hukukî tanımı yapılamayan “irtica, kamusal alan” gibi belirsiz kavramlara dayalı suçlamalarla din ve vicdan özgürlüğüne karşı bir baskı aracı olarak kullanılmamalı; aksine bu özgürlüğün teminatı ve şemsiyesi olarak, Said Nursî’nin dediği gibi “dindara da, dinsize de ilişmeyen” bir anlayışla uygulanmalıdır.

Hilafet

Hz. Hasanın altı aylık hilafetinden sonra, emevilere geçince saltanata dönüşen ve ondan sonraki yüzyıllarda hep siyasi bir makam olarak algılanan hilafeti, Said Nursi yeniden asr-ı saadetteki anlamına uygun, al-i beytin asli misyonu olan iman hizmeti ekseninde yorumlamıştır. Hilafetin siyasi boyutunu ise, ‘tek şahsın hakimiyeti devri geçti, zaman cemaat zamanıdır’ yaklaşımına uygun bir şekilde meclise tevdi edilmesini önermiştir.

Kutsal Devlet Anlayışı

Devlet, kendisine mal edilmek istenen ideolojisiyle birlikte kutsanacak bir kurum değil, misyonu teknik anlamda halka hizmetten ibaret bir yapılanmadır. Bu hizmetin çerçevesi de adalet, güvenlik, savunma gibi, bireylerin yapması mümkün olmayan hizmetlerle sınırlı olmalıdır.

Cemaatlere Bakış

Devlet-toplum ilişkilerinde büyük önem taşıyan konulardan biri de, sivil Toplumun bir parçası olan cemaatlere ve diğer sosyal gruplara bakış tarzının, sosyal gerçeklere ve demokrasiye uygun bir nitelik kazanmasıdır. Cemaatlere “yasadışı örgüt” nazarıyla bakan hukuk dışı ve antidemokratik anlayış terk edilmeli, bu anlayıştan kaynaklanan bütün baskı ve kısıtlamalar kaldırılmalıdır.

Hak ve Hürriyet Bilinci

Demokrasinin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için, büyük önem taşıyan bir nokta, hak ve hürriyet bilincine sahip bir sivil toplumun varlığıdır. Demokrasiyi “millet hakimiyeti” olarak tanımlayan Said Nursî, “Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır” ifadesiyle buna işaret ederken, “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti de müstebit eder” sözüyle de, bu bilincin yokluğu veya zayıflığı durumunda baskıcı, müstebit anlayış ve uygulamaların öne çıkacağına işaret etmektedir.

Hakkın Azı Çoğu Olmaz

Said Nursî’nin hak anlayışı, bu kavramı bölünüp parçalanması mümkün olmayan bir bütün olarak gören bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Ona göre, hakkın küçüğü-büyüğü, azı-çoğu olmaz. Hukuk önünde Müslüman veya gayrimüslim fark etmez, herkes eşittir. Bu bakış açısı, günümüzde AB süreciyle birlikte gündeme gelen “azınlık hakları” tartışmasını temelden çözecek bir niteliktedir.

Demokrasi

Bediüzzaman’ın “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” nitelemesi, demokrasinin “olmazsa olmaz”larına işaret etmektedir. Adaletin olmadığı, işlerin özgür ve katılımcı bir tartışma ortamında müzakere edilerek yürümediği ve hukukun üstünlüğü ilkesi yerine kişisel, keyfî tavır ve uygulamaların öne çıktığı bir yerde demokrasiden söz edilemez.

Muhalefet ve Muhalif Sivil Tavır

Said Nursî “Muhalefet, meşru ve samimî bir muvazene-i adalet unsurudur” sözüyle, demokrasinin en önemli ve vazgeçilmez kurumlarından birinin muhalefet olduğunu vurgulamıştır. Bediüzzaman, Türkiye’nin baskıcı tek parti rejimiyle yönetildiği bir dönemde, bu rejime muhalefetini açıkça dile getirmiş, ancak bu tavrını fiilî bir isyan noktasına götürmekten hassasiyetle kaçınmıştır. “Dahilde kılıç çekilmez” demiş, ancak rejime karşı kararlı, tavizsiz, mücadeleci, teslim olmayan ve boyun eğmeyen muhalif tavrın dikkat çekici bir örneğini ortaya koymuştur. Bediüzzamanın ısrarla vurguladığı ‘müsbet hareket’ ve ‘asayişi muhafaza’ hassasiyeti, statükocu anlayışla uzlaşmayı değil, masumların korunmasını esas alan adalet-i mahza ilkesinin bir tezahürüdür. Bu konuda Nursi, devleti değil, bireyi ve toplumu merkeze alan bir anlayışı esas almıştır.

Kamuoyu

İstibdat döneminde kuvvetin hakim olduğunu vurgulayan Said Nursî, demokrasi ve özgürlük çağında ise hak, akıl, bilgi, kanun, hukuk ve kamuoyunun öne çıkacağını ifade eder. Bir ince teli rüzgârın her tarafa çevirebileceği, ama tellerin birleşmesiyle hâsıl olan sağlam bir halatın kolay kolay yerinden oynatılamayacağı misalini verir. “İcma-ı ümmet şeriatta bir delil-i yakinîdir. Re’yi cumhur, şeriatta bir esastır. Meyelân-ı amme şeriatta muteber ve muhteremdir” diyerek, kamuoyunda ağırlık kazanan görüşün önemine dikkat çeker, kamuoyunun denetim işlevini ise “Efkâr-ı amme dîdebandır (gözcüdür)” sözüyle dile getirir.

Batılı Kavramlar

Bediüzzaman, Batı siyaset düşüncesinin kavramlarını alırken içlerini İslâmî değerlerle doldurmayı esas almıştır. Meşrutiyet kelimesini “meşrua,” hürriyet kelimesini “şer’iye” sıfatlarını ekleyerek kullanması bunun dikkat çekici örnekleridir. Çünkü hak yerine kuvveti, fazilet ve muhabbet yerine menfaati, yardımlaşma ve dayanışma yerine mücadeleyi, din ve kardeşlik bağı yerine ırkçılığı, ruhun ulvî hislerini tatmin yerine heva ve hevesi teşvik esaslarına dayanan maddeci Batı medeniyetinin söz konusu kavramlara yüklediği anlamlar, İslâmın temel değerleriyle bağdaşmaz. Said Nursî, Batının tarihî tecrübesinin ve dolayısıyla Batı siyaset biliminin kavramlarını, ancak İslâmın esaslarıyla uygun oldukları takdirde ve ölçüde benimser; bu esaslarla uyuşmayan ve bizim toplumumuzun özellikleriyle uzlaşmayan fikir ve uygulamalara ise karşı çıkar.

Emperyal Siyasete Karşı Tavır

Said Nursî, işgal ve sömürgeciliğe, yani emperyal siyasete çok net bir tavırla karşı çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşında şark cephesinde Ruslara karşı verdiği mücadele ve 1920-23 yılları arasında İstanbul işgaldeyken kaleme aldığı Hutuvat-ı Sitte adlı metin, bunun dikkat çekici örnekleridir. ‘Şeytanın Altı Aldatması’ anlamına gelen bu kitapçıkta Bediüzzaman, sömürgecilerin temel argümanlarını birer birer ele almakta ve cevaplamaktadır. Eşref Edib’in yardımıyla basılan bu eseri gören işgal kuvvetleri komutanı, çok hiddetlenir ve Bediüzzaman’ın ortadan kaldırılmasını emreder. Fakat Bediüzzaman idam edilirse bütün Anadolu’nun İngilizlere ebediyyen düşman olacağı ve bilhassa aşiretlerin bunun intikamını mutlaka alacakları kendisine bildirilince, işgal komutanı, kararından vazgeçer. Hutuvat-ı Sitte’de sömürgecilik siyasetini, “beşerde şeytan suretinde, şeytanın vekili olan gaddar ruhun” bir eseri olarak niteleyen Said Nursî, emperyalistlerin “bu musibete müstehak olunduğu,” “başka kâfirlerle dost olunabildiğine göre İngilizlerle de dost olunabileceği,” “işgalin önceki kötü yönetimlerin sonucu olduğu,” “Anadolu’daki direniş hareketinin temelde İslâmî bir direniş olmadığı,” “hilâfet siyasetinin İngilizlerden yana olduğu,” “direnmenin de beyhude olduğu” yönündeki argümanlarına özetle şu cevapları vermektedir: İngilizlerin zulmü, bizim işlediğimiz günahlar sebebiyle değil, İslâm oluşumuzdan dolayıdır. İslâmın eski ve mütecaviz bir düşmanını def etmek için, bir kâfirin yardım elini tutmak ayrı şeydir, adavet (düşmanlık) elini öpmek ayrı bir şeydir ve bu ikincisi asla kabul edilemez. Önceki kötü yöneticilere karşı İngilizlerin egemenliğini kabul etmek “yalnız müteneccis su ile necis olmuş bir libası, hınzırın bevliyle yıkamak” gibidir. Anadolu’daki direnişin niyeti ne olursa olsun, sonuçta onlar “bütün felâketimizin menbaı olan Avrupa muhabbetine bedel, husumetini esas tutmaktadırlar,” onun için de çabaları İslâmın lehine olmaktadır. Halife baskı altındadır, bu nedenle “ona itaat edilmez, ona itaat adem-i itaattir.” Ve nihayet, direniş asla beyhude olmaz, zira ölüm iki türlüdür; bir, İngilize teslim olmak suretiyle “ruhumuzu ve vicdanımızı öldürmek” iki, onun yüzüne tükürmek suretiyle “ruh ve kalbimizi sağ” tutmak ve bedeni şehit vermek. O zaman “akide faziletimiz, tahkir edilmez ve İslâmiyetin izzetiyle istihza edilmez.” Bediüzzaman, bu cevaplarını şu çarpıcı cümle ile noktalar: “Cebrail şeytan ile barışamaz.” Bediüzzaman, Müslümanların dualarının kabul olmamasının sebeplerini anlatırken, ehl-i İslâmın “dehşetli canileri, alicenabane affetmesi”ni zikreder ve şöyle der: “Kendi hakkından vazgeçse hakkı var, yoksa başkalarının hukukunu çiğneyen canilere afuvkârane bakmaya hakkı yoktur, zulme şerik olur.” Demek ki, hukuk-u ibadı, yani kul ve insan haklarını çiğneyen, Müslümanların ülkelerini işgal eden ve onları emperyal maksatlarla öldürenleri affetmek ya da bunu görmezden gelmek söz konusu olamaz. Öyle bir durumda diyalogdan da söz edilemez. Nitekim Said Nursî yine İstanbul işgal altında iken Anglikan Kilisesinin mağrur bir tavır ile Darül-Hikmetil-İslâmiyeye sorduğu dinî suallere “tükrük”le cevap vermiştir. ‘Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!’ diye haykırmıştır. Buna karşılık, işgalde herhangi bir dahli ve sorumluluğu bulunmayan, aksine işgale karşı çıkan, ehl-i kitaba ise elbette ki diyalog ve işbirliği ile muhatap olunabilir ve olunmalıdır. Zaten Said Nursi iki Avrupa tasnifi yaparken, maddeci ve emperyalist Avrupa ile vahye bağlı insani Avrupayı birbirinden ayırmaktadır. Konuyu Said Nursi’nin Divan-ı Harbi Örfi adlı eserinde geçen deyişle tamamlayalım. ‘Akıllı olanlara bu dediklerim yeterlidir. Ben köyü çağırdım, eğer köyde kimseler varsa’