V. Masa “Tarih Boyunca Bilim ve Din İlişkisi”


Tarih Boyunca Bilim ve Din İlişkisi

Ortaçağ, Dogmatizm, İnziva, Hıristiyanlık, Yahudilik, Kilise ve Bilim, Engizisyon, Ruh, İhvan-ı Safa, Darü’l-Hikmet, Semerkant, Uluğ Bey, Dar’üş-Şifalar, Taassup, Taklit, İlmi İstibdat, Skolastisizm, Eski Yunan, Roma, İmam-ı Gazali.

Katılımcılar

Dr. Selim SÖNMEZ
Sadık YALSIZUÇANLAR
Prof. Dr. Sadrettin GÜMÜŞ
Taha AKYOL
Ali TOKER
İsmail BENEK
A. Nasır YENER

Sonuç

Bilindiği gibi, İnsanlar târih boyunca varlığı anlamaya çalışırken, iki temel yaklaşım dikkat çekmiştir. Bunlardan birisi, ilahi vahyin ışığında varlık aleminin yorumlanmasi: diğeri ise, vahye ve fizik alemde vahyin paraleli olan gerçekliklere göz ve kulakların kapatılarak yapılan değerlendirmelerdir.

Bediüzzaman Said Nursi, varlığı okumada bilimsel bilginin elde edilmesinde, ilahi vahiy ve fizik aleme kulak verilerek onların işaret ettiği hakikatlere her insanın ulaşmasının, yaratılışından getirdiği “akıl” cihazının bir gereği olduğunu vurgulamıştır. İnsan sahip olduğu bu özelliğinden dolayı, sorumluluk yüklenebilen, ve diğer canlılar arasında temayüz edebilen bir özellik göstermiştir.

İşte bu özelliğinden dolayıdır ki, Bediüzzaman Said Nursi, insanlık tarihinin olumlu ve olumsuz dönemlerini belirlerken “aklı kullanma becerisini” temel kriter olarak ele almıştır.

I.

Bediüzzaman Kur’an-ı Kerim’de akıl ve düşünmeye sevkeden “Düşününüz!”, “Hala düşünmez misiniz?”, “Onlar hiç düşünmezler mi?”, “Bakınız!”, “Bakmazlar mı?”, “Ey akıl sahipleri ibret alınız!” gibi ikazları temel referans alarak insanlık tarihini değerlendirmiştir. İnsanlık tarihini İslâm ve Batı toplumlarına bu temel kriter yani “akıl” çerçevesinden bakarak belli dönemler tanımlamıştır.

Aklın kullanıldığı, yeni fikirlerin üretildiği, insanın varlığı sorguladığı Bediüzzaman’ın ifadesiyle “medrese-i efkar” niteliğindeki dönemler “müstakbel”; akılla değil hislerle hareket edildiği, istibdat, taklit ve taassubun her alanda yaygınlaştığı ve kuvvetin hakim olduğu dönemler ise “mazi” şeklinde ifâde edilmiştir.

Bediuzzaman’in tanimladigi “mazi” ve “mustakbel” donemleri dogrusal bir cizgi takip etmemis akli kullanmaya bagli olarak sekillenen donemsel bir gorunum ortaya cikarmistir.

Bediüzzaman bu kavramlar çerçevesinde İslâm’ın ilk üç asrını, benzersiz gelişmelerin görüldüğü dönemler olarak ifâde, ederken; İslam’ın dördüncü ve beşinci asırlarını kemale mazhar olan devir olarak yorumlamıştır.

Bilindiği gibi bu dönemlerde, Peygamberimiz ve ondan sonra gelenler tarafından ilahi vahyin saf ve dış etkiden korunmuş olmasından dolayı, dini duyarlılık çok kuvvetli idi. İslâm doğrudan Peygamberden ve sahabeden öğrenilebiliyor, hiçbir dış etkiden çekinmeden hak ve hakikat aranabiliyordu.

Hz. Peygamber donemi, dort halife devri endulus emevileri ve abbasilerin ilk donemleri bu ozelligi gostermistir.

Sonraki dönemlerde israiliyat denilen dış etkiler İslâm toplumlarının içine girmeye ve gündelik hayatlarını etkilemeye başlamıştır. İşte Bediüzzaman, tarihin bu dönemini İslamların “mazi”si olarak ifâde etmiştir. Hicri beşinci asırdan on ikinci asra kadar, yani miladi, on birinci asırdan on dokuzuncu ve yirminci asra kadar geçen dönem “mazi” şeklinde ifâde edilmiştir. Bir başka ifâde ile taklit ve taassup dönemleri Risale-i Nurların neşredilmeye başladığı yıllara kadar uzanmıştır. Bahsedilen bu dönemde, İslâm toplumları taklit ve taassup bataklığı içinde gerilemiş, İslâm’ın gerektirdiği dinamizm ve gelişme sağlanamamıştır.

II.

Müslümanlar bu taklit ve taassup dönemlerinde ilahi vahyi bütün özellikleriyle yaşama becerisini gösteremediklerinden kültür ve geleneğin etkisiyle, İslami olmayan birçok şey İslâmî gibi algılanmış, bu durum da Müslümanların hem İslâm’dan hem de insan tabiatına uygun hür ve gelişmiş yaşama biçimlerinden mahrum kalmasına neden olmuştur.

Bu dönemde akıldan çok his, birlikten çok ihtilaf, kendi mesleğine muhabbetten çok başkasının mesleğine nefret hayat bulduğundan, bilimsel gelişmelerin durmasına neden olmuştur.

Bediüzzaman bu dönemleri, geleneğin tozlarıyla örtülmüş kılıca benzeterek, İslâm toplumlarının Risale-i Nur’daki hakikatlere sahip çıkarak İslâm kılıcını parlatmalarını, uzun asırlar boyunca vahiy dışı tesirlerin etkisiyle oluşmuş yanlış anlamaların giderilerek, ilahi vahyin hakikatine ulaşılması gerektiğini vurgulamıştır.

III.

Bediüzzaman, İslâm toplumlarında bilimsel gelişmelerin önünü tıkayan önemli bir faktör olarak da istibdadı göstermiştir. “Mazi” diye tanımlanan taassup ve taklit dönemlerinin bir özelliği olan istibdat, İslâm’ın ilk emri olan “oku” emrinin bile önüne geçerek, eğitim kurumlarının statikleşmesine, taklidin yaygınlaşmasına ve bilimsel bilginin üretilmesine engel olmuştur.

Bediüzzaman, bahsedilen dönemlerdeki siyasi yönetimlerin de bilimsel gelişmelerin önüne geçtiği tespitini yapmıştır. İlmi istibdadı, siyasi istibdadın çocuğu olarak ifâde ederek, otoriter siyasi rejimlerin özgün fikirler ortaya çıkarılmasına engel olduğunu vurgulamıştır. Ayrıca, istibdat-ı ilmiyi taklidin babası olarak ifâde ederek, ilimde istibdadın bulunmasıyla taklit çalışmalarının artacağını belirtmiştir.

IV.

Bediüzzaman, Batı toplumlarındaki gelişmelerle İslâm toplumlarındakini farklı olarak değerlendirerek, Rönesans ve Reform hareketleriyle Avrupa’nın “aklı” ön plana alıp, taassup ve taklidi terk ederek bilimsel yaklaşımlara önem vermelerini onlar için önemli bir dönüm noktası olarak ifâde etmiştir.

Bediüzzaman, Avrupa’da Katolik kilisesine karşı yapılan reform sonucunda, bilimsel gelişmelerin önünün açıldığını, Türkiye’de de benzer bir reform yapılması gerektiğini savunanlara karşı da, Katolik mezhebi ve İslamiyet arasında “akla” yaklaşım bakımından zıtlık olduğunu, Katoliklik “aklı” azlederken, İslâmiyet’in akla revaç verdiğini belirtmiştir.

Bediüzzaman Hiristiyanlari kastederek, “Ehl-i İslâm’ın temeddünü, hakikat-ı islamiyete ittibaları nispetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle makusen mütenasiptir.” demistir.(Münazarat, 86)

Yani, Batı da Katolik mezhebinin ilkelerinden ayrılmak suretiyle bilimsel gelişme sağlanmışsa, İslâm toplumlarında da tam tersi olarak, ancak, İslâm’a yaklaşmakla bilimsel gelişmeler ortaya çıkabileceği vurgulanmıştır. Bu gercek bugune kadar yeterince anlasilamadigindan islam toplumlari gerektigi gibi yükselememiştir.

Bütün bunlardan şu sonuca ulaşabiliriz ki, İslâm toplumları bilimde gelişmek istiyorlarsa, dinin temel niteliklerine sahip çıkmak zorundadırlar. Ya da Ehl-i İslâm dinlerini yaşamak istiyorlarsa bilimsel gelişmelere sahip çıkmak zorundadırlar. Din ve bilim birbirinden ayrılmaz bir gerçeklik…