III. Masa “Temel Bilimler ve Din”


Temel Bilimler ve Din

Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Evrim, Tekamül, Mantık, İzafiyet, Nedensellik, Gerekircilik, Varlık, Zaman, Analiz, Sentez, Deneysellik, Enerji, Madde, Kuvvet, Kanun, Sebep-Sonuç İlişkisi, Element, Nicelik, Nitelik, Pozitivizm, Determinizm, Darwinizm, Kuantum, Natüralizm, Tabiatçılık, İbda ve İnşa, İktiran, Yeknesak İstimrar, İspatiyecilik.

Katılımcılar

İntizam Seyda DURGUN
Dr. İshak ARSLAN
Prof. Dr. Mustafa NUTKU
Dr. Bahri DAYIOĞLU
Gökçe OK
Malik ATOM
Kenan KONUR

Sonuç

  1. Tarihi perspektif

Bilim-din ilişkisini çözümlemeye dönük her teşebbüsün anlaşılabilmesi ve geleceğe dönük tutarlı bir perspektif edinmek için din-bilim ilişkisinin tarihsel arka planını “modern bilim”in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

Ortaçağ’ın Aristoteles sistemi ile Yahudilik, Hıristiyanlık gibi kitaplı dinleri mezcederek geliştirdiği yer merkezli ve sonlu-kapalı kozmos anlayışı 17. yüzyılda yerini güneş merkezli ve sonsuz-açık bir evren anlayışına bırakmıştır. Organik, bütüncül ve dolayısıyla canlı, ruhlu dinamik evren tasavvuru, mekanik, saat gibi işleyen, her bütünün temel parçacıklarından oluştuğu cansız, durağan, mekanistik bir evren haline gelmiştir.

  1. yüzyılda kitlelere yayılan ve sağduyu’nun parçası haline gelmeye başlayan modern anlayış, 19. yüzyılda pozitivist bir rüyaya dönüşmüştür. Kadîm evren anlayışından kalan son metafizik kırıntıların da mekanikselleştirilmeye çalışıldığı ve “yeni bilimin ışığı ile” aydınlanan insan aklının gelecekte bütün alanları kuşatacağı hayali, giderek Yaratıcı’nın yerine kendisini koymaya teşebbüs eden modern insanın haddini aşmışlığına tanık olmuştur.
  2. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, bilimsel çabanın heyecanla giriştiği her teşebbüs, önce yerini şaşkınlığa sonra hayal kırıklığına bırakmıştır. Makro alanda evren, insanın hayal gücünü aşan biçimde milyonlarca ışık yılıyla hesap edilebilen devasa bir büyüklüğe sahip hale gelmişti. Daha da ötesinde bu devasa yapı genişliyordu. Öte yandan mikroskobik alanda maddenin nihai temel yapı taşlarının çözüleceği beklenirken, tam tersine atom altı dünyanın sayısız alt parçacıklardan oluşması, karmaşık, kompleks yapısı ve sonsuz derinliği her türlü deney- gözlem ve ölçüm aracını çeresiz bırakmıştı. 17. yüzyıl bilimsel devriminin 18. yüzyılda toplumsallaşması gibi, 20. yüzyıl bilimsel devrimi de, halen içinde yaşadığımız ve şekillenmeye devam eden 21. yüzyılda toplumsallaşacaktır.

Bu noktada, gerek İslam düşüncesinin tarihi birikiminin, gerekse bu birikimin güncellenmiş ve yenilenmiş (tecdit edilmiş) son halkası olan eden Risale-i Nur’un yaklaşımlarının, söz konusu tartışmaları aşmada önemli bir potansiyel teşkil ettiği hatırlanmalıdır. Risale-i Nur’un sergilediği yaklaşım, gerek bilim-din ilişkisini sağlıklı bir zemine oturtmak, gerekse İslam düşünce geleneğinin yenilenerek zamanımıza uygun bir hale getirilmesi ve işlevsel hale gelmesi için büyük önem arz etmektedir. “Modern bilimin” din-dışı kainat ve insan kavrayışının ciddi tehlikelerini erkenden fark eden Risale-i Nur müellifi, bir yandan keskin ve kararlı biçimde bu saldırıları göğüslemeye çalışırken, eşzamanlı olarak, İslam Düşünce geleneğinde “saykal vurulması gereken” problem noktalarını çekinmeden eleştirmiştir.

Risale-i Nur’un kullandığı en önemli metodik araçlardan birisi, Allah- insan, kainat-Kur’an, akıl-vahiy ilişkileri gibi insan aklının telif etmekte zorlandığı kavram çiftlerinden oluşan meselelerin çözümlenmesinde “nisbet”leri ve “temsiller”i kullanmasıdır. Bu yaklaşım, bilim-din ilişkisine uygulandığında, bizi, örneğini göremediğimiz yeni ve dengeli bir sonuca ulaştırmıştır. Mesela, varlık bilinci de denen insan benliği (ene) ile “Zat-ı ilahi”nin ilişkisini veya tabiat-ilahi irade ilişkisini incelerken ilgili yerlerde sıkça kullanılan analojiyi bilim-din ilişkisine taşımak mümkündür. Buna göre, evrendeki, kainattaki her şey gibi, bilim ve onun yasaları da mana-i harfi ile (yani Allah hesabına bakmak) yahut mana-i ismi ile (olaylara oluş biçimi ile bakmak) okunmasına göre mahiyeti ve sonuçları açısından değişiklik arzeder ve bizi farklı istikametlere yöneltir.

Günümüzde özellikle Batı dünyasında gerek bilim, gerekse teoloji çevrelerinde bilim din ilişkisini çözümlemede esas alınan yaygın uygulama, “bilimden kalkarak” dini inceleme ve böylece bir yere koyma eğilimidir. Çeşitli bilimsel buluşların doğrudan doğruya bazı ayetleri ispatladığı veya bazı iman esaslarına taalluk ettiği yönündeki kabuller bu cümledendir. İlk bakışta cezbedici gelen ve dini açıklamaları destekliyor gibi görünen bu genel eğilim, başka bir açıdan bakıldığında dini ve mistik önermeleri “bilimin bıraktığı boşluk”lara dayanarak açıklama kolaycılığına düşmektedir. Mesela makro alanda “kara delikler” mikroskobik alanda “kuarklar” veya “belirsizlik ilkesi” gibi henüz cari bilim tarafından çözümlenemeyen, belki teorik olarak çözülemeyecek olan “metafizik boşluklar” zaman zaman ilahi iradenin fizik dünyadaki fiili göstergeleri olarak yorumlanmaktadır. Ancak ilahi iradeyi bu türden metafizik boşluklara indirgeyerek açıklamak, varlığın her an ve her seviyede müsebbibi ve gayesi olan yaratıcı iradeyi sınırlamak bir yana, mutlak ve sonsuz bir iradeyi, kategorik olarak geçici ve sonlu bir teoriye dayandırma riskini barındırmaktadır.

Tarihi seyir içinde de vurgulandığı gibi din ve bilim çatışması, ya da din ve bilim uzlaşması gibi kavramlar, semavi ve aslı bozulmamış ilahi öğretiler için geçerli olamaz. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, bilim ve din iki tercih noktası değildir. Bilim, bizi ilahi olana götüren bir araçtır. Bir anlamda ilahi gerçekliği anlamamıza yarayan delillerden ve yorumlardan ibarettir. Bir çatışma ya da uzlaşmanın kabulü için, her iki tarafın söylediklerinin de değişmez, sabit ve kesin olması gereklidir. Oysa temel bilimlerin ortaya koyduğu gerçekler sabit ve değişmez değildir. Kainatta işleyen kanunları bir tarafa bırakacak olursak, “bilimsel gerçek” denen şeylerin izafi, göreceli olduğunu görürüz. İslam dini hariç diğer iki semavi din olan Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin aslı bozulmuş; zaman içinde hurafelere maruz kalmıştır. Diğer dinler için geçerli olabilecek bir varsayımı, bu açıdan kabullenmek ve evrensel bir norma dönüştürmek sağlıklı değildir. Bizim ülkemizde de popülist bilim kaygıları ile, eğitim üzerinde baskı kuran yanlış din yorumlarına dayalı materyalist yayılmacılığa karşı Risale-i Nur orijinal yaklaşımlar sunmuştur.

Benzer biçimde Risale-i Nur’un ortaya koyduğu kainat tasavvurunda, modern bilimin doğa-tabiat tasavvuruyla benzeşen, hatta birebir örtüşen kısımların olması mümkündür. Fakat unutulmamalıdır ki, Risale-i Nur daha baştan metodolojik olarak mesajındaki farkı ortaya koyar, bilimden hareketle dini yerine, dinden kalkarak bilimi ve diğer akli çıkarımları konumlandırır. Bunu yaparken ne bilimi din adına yok sayar, ne de dini bilimin insafına terk eder. Aksine bilimi, dini gerçekliği anlamamıza marifetullah boyutunda vesile kılar.

Bediüzzaman Said Nursi’nin bilime, fenne ve teknolojiye yaklaşımı bu açıdan önemlidir. Said Nursi, bilimin giderek etkinliğinin artacağına, istikbalin bilgi çağı olacağına inanmakta, bütün vurgusunu bu istikamette yapmaktadır: “Elbette nev-i beşer ahir vakitte ulum (bilimlere) ve fününa (temel bilimlere) dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir”

Bir diğer konu ise, İslam’ın temel referansı olan Kur’an’daki ve hadislerdeki yoruma açık (müteşabih) bazı ifadelerin, bir takım Müslümanlar tarafından metindeki gibi algılanması ve bu yorumların kainatta geçerli olan olaylarla ve bilgilerle çatışması yüzünden, İslam dininin de, bilimle çatıştığını veya çatışabileceği değerlendirmesini yapmak sağlıklı değildir.

  1. Bilim marifete araç olmalıdır.

Kur’ân-ı Hakîm, Zâriyat sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu ifadelerle açıklar:”Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım”. Farklı yerlerde vurgu yapılan ayetin bu hakikatine,Risale-i Nur’un birçok yerinde vurgu yapılır. Mealen “ibadet etsinler” diye açıklanan bölüm Risale-i Nur’da, “Hâlık-ı kâinatı tanımak ve Ona iman edip ibadet etmek” şeklinde açıklanır. Sonrasında gelen cümlede, “marifetullah,” “iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmek” şeklinde anlatılır.

Her bir insan, “talim-i esma” (Allah tarafından Hz. Adem’e isimlerin öğretilmesi) ile meleklere hilafet davasında üstün gelen Hz. Adem’in (a.s.) mesleğini devam ettirir. Hayat sahibi, şuur sahibi ve daha da ötesinde sorumluluğu üzerine alan insanın, bütün varlıklar üstündeki o yüksek makama liyakatini ispat etmek için, ilim ve fende “esma-i hüsna”yı esas yapması ve Cenab-ı Hakk’ın birer ismine dayanarak çalışması gerekmektedir. Aksi takdirde, ilimler ve fenler, “hikmet-i İlahiye”den ayrılıp, “tabiat dalaleti”nin bataklıklarında “nakıs bir gölge” olarak kalmaya mahkum olacaktır.

Risale-i Nur, bizlere Allah’ın ilmini ve kudretini anlatmakta, İnsana Rabbini tanıtan muarriflerden (tarif edicilerden) söz etmektedir. Bu açıdan muarriflerin (tarif edicilerin), Risale-i Nur’da dört ana başlıkta toplandığı görülmektedir:

En Başta, Allah’ın bir san’atı, eseri ve kâinatın tefsiri olarak Kur’an’ı nazara verir. Kur’an’ın bir tasviri ve tefsiri ise Hz. Muhammed’dir. Kâinat kitabı ise varlık âleminin kendisidir. Bu büyük kitabı insan en iyi şekilde, Kur’an-ı Hakim’in ve Hz. Peygamberin kılavuzluğunda anlayabilir. Kur’an varlık âleminin gerçeğini anlatırken, Peygamber (a.s.m.) ise en güzel bir öğretmen olarak karşımıza çıkar.

Risale-i Nur, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif eder. Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmaktadır ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde icad edebilmek için, bütün kâinatı icad edecek sonsuz bir kudret lâzımdır.

Kur’ân-ı Hakîm, kâinatı, tevhidin en büyük, en küllî bir delili olarak sunarken, daha çok her insanın kolayca anlayabileceği delilleri dikkatimize sunar. Yaratıcı biz kainatı anlayabilelim, böylece kendisini tanıyabilelim diye sebep sonuç çizgisi içinde yaratmayı irade etmiştir. Yaratanın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur; ama biz onun nasıl yarattığını anlamak için sebeplere muhtacız. Bu aslında imtihan dünyasının da bir gerçeğidir. Risale-i Nur, bu usulü ve bu yolu kendine rehber yapar. “Vâhidiyet içindeki Ehadiyeti göstermek” diye tarif ettiği ilahi bakışla, zerrelerden yıldızlara kadar bütün mevcudatın her birinin, mutlak kudret sahibi Yaratıcı’nın varlığının parlak bir delili olduğunu anlatır.

Risale-i Nur’un doğrudan doğruya Kur’ân-ı Hakîm’den aldığı bu meslek, insanı marifetullaha ulaştıran en kısa yoldur. İnsan bu yolla, ne sebeplere takılarak boğulur; ne de, kainatı yok sayar. “Her şeyden Cenab-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var” demekte; böylece marifetullaha ulaşabileceğimizi söylemektedir.

Risale-i Nur’a göre, her bir şeyin hakikatı, yani bilimler Allah’ın isimlerine dayanır. Eşyadaki san’atların her biri, Allah’ın isimlerinin bir aynasıdır. İnsanın kâinatı anlama çabasının bu isimleri okuyup anlamasına yönelik olması gerektiği ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış, yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi “Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden tassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd eder”. ifadesiyle bilim ve din arasındaki olumsuz olarak algılanan anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye çalışmış, kainata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapılmadan, her ikisi bir bütün olarak algılanıp, varlık aleminin sırrının öyle çözülmesi gerektiğini anlatmıştır.

İnsanlığın bugüne kadar ulaşan, ortak aklı olarak kabul edebileceğimiz bilimin amacı, kainatta var olan kanunların keşfi ile, Allah’ın her bir varlıkta yazdığı kitabı çözmek ve okumak olmalıdır.Kur’an’da Peygamberler’in mu’cizelerinin zikredilmesinin maksadı, bunların benzerlerinin yapılması ve ortaya konmasına yönelik olarak bilim adamlarını teşvik etmektir. Bu yüzden din ve bilim arasında bir çatışma olamayacağı gibi, aksine, “lslamiyet fünunun (bilimlerin) seyyidi ve mürşidi ve ulum-u hakikiyenin gerçek ilimlerin) reisi ve pederidir.”

Bilim adamlarının kendilerinin konuşması yerine bilimi konuşturmalarına şiddetle ihtiyaç vardır. Bu dil ortaya konurken bilim adamlarının, bilimsel disiplinlerin sayısı hızla artarken birçok alanda söz sahibi olamayacaklarını bilmeleri gerekmektedir. Bilim adamının subjektif yorumuyla bilimin kendisi arasında mutlak bir ayrım vardır. Bu gerçeğin farkında olan Said Nursi, Kastamonu’da yanına gelen bir grup öğrencinin “Bize Hâlikımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor”lar sözü üzerine onlara şöyle der: “Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.” “Kendi lisan-ı mahsusiyle” seslenişine dikkat etmek gerekir. Klasik bilimin canlı bir hayvan Newtoncu fiziğin devasa bir makine ettiği kainatı Bediüzzaman Said Nursi muhteşem bir kitap olarak tarif eder ve “bir sergi,” “bir tarla,” “bir misafirhane” ve “bir saray” gibi, fakat “bir kitap” yani okunacak bir şeye benzetmesi, Risâle-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır. Risâle-i Nur’da “Sıfat-ı Kelam’ın kitabı” olan Kur’ân ile “Sıfat-ı İrade’nin Kudret kitabı” olan kâinat arasındaki ilişkinin önemli olduğuna dikkat çekilir.

Kur’ân’ın, kâinat kitabının “ayat-ı tekviniye”si hakkındaki ifadeleri, kâinattaki düzenli değişimlerdeki “şuunat-ı İlâhîye”nin delalet ettiği gerçeklere, O’nun fiillerine, esmasına, sıfatlarına, haşre ve diğer iman hakikatlerine şuurlu mahlukların dikkatlerini çeker. Kur’ân, tekrar tekrar insana bu “ayetler” üzerinde durmayı emreder ve onu tefekküre ve ibret almaya teşvik ederek aklını kullanmayı ister.Yani bir anlamda, kainat bir laboratuar, peygamberler bir öğretmen, mukaddes kitaplar ise, ders notları hükmündedir.

Said Nursî’nin gözünde tabiat ya da geniş anlamıyla kainat, sıradan ve kendiliğinden bir şey değildir. O’na göre tabiat bir “Kitap”tır. O, bir kitabın okunması gibi okunmalıdır. Söz konusu kitap okunurken, yazarı dikkate almadan, onu düşünmeden yapılacak bir okuma ve çalışma anlamlı değildir. Bu öyle bir okuma biçimidir ki, nasıl insan indirilmiş bir Kitap olarak Kur’an’ı okuyarak Allah’a ulaşırsa, tabiat-doğa kitabını da okuyarak ulaşabilir. Onun sözleriyle kâinat, “kitab-ı kebir” (büyük bir kitap), Kur’an ise onun “tefsiri”dir.

“Şeriat-ı tekviniye” de denilen Allah’ın kainata koymuş olduğu ilahi kanunlara, insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana çıkarmıştır. Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kainatta işleyen ilahi şeriattan başka bir şey değildir.

İşte, fenler, bu gibi “kavâid-i külliyeyi”, yani her yerde ve her zaman geçerli küllî kanunları keşfederek, “mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faydaları gösteriyor.” gerçeğine ulaşmaktadır.

Kanun demek, birbirinden ayrı iki ya da daha çok olayın arasında her zaman sabit olan, değişmeyen bir bağ kurmak demektir. Yağmur yağar, ateş yakar, su söndürür. İki molekül hidrojen ve bir molekül oksijen birleşerek daima suyu oluşturur. Havadan yere bırakılan bir madde hızla yere düşer. Çünkü Cenab-ı Hakk, taşın kütlesi ile dünyanın kütlesi arasında değişmeyen sabit bir oran kurmuştur. Biz buna yerçekimi kanunu diyoruz. Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadeleriyle, “hikmet-i ilahiye bütün eşyada en güzel bir suret teşkil etmiştir. Bu nizam, eşyadaki muvazene-i umumiyenin muhafazasına hizmet eder.”

  1. Sonuç

Dini ve bilimsel yaklaşımları birbirinden keskin hatlarla ayıran fiziksel bariyerlerin kalkmasıyla farklı ve bütüncül kavrayışlar için uygun bir zemin doğmuştur. Yeni fizikle başlayan ve giderek bütün sosyal bilimlere yayılma eğilimi gösteren yeni bilimin yöntemi ve anlayışı, genelde Tanrı-kainat-insan ilişkilerini özelde bilim-din ilişkisini anlamlandırmada zengin bir potansiyel taşımaktadır. Bu çerçevede, özgün metodoljisi ile Risale-i Nur’un ve ondan hareketle elde edilecek güncel çözümlemelerin ve yeni üretimlerin bu potansiyelin değerlendirilmesinde önemli rolü olacaktır.

Doğru İslamiyet’e ve İslamiyet’e layık doğruluğa ihtiyaç olduğu gibi, doğru bir bilimsel anlayışa ve yoruma (marifetli bir bilgiye) ihtiyaç vardır. Bu anlayışın zihinlerdeki yerini sağlamlaştırmak için, benzeri entelektüel ve akademik çalışmaların bundan sonra da devam ettirilmesi önemli arzularımızdan birisidir.