II. Masa “Medeniyetlerin Buluşması..”


“Medeniyetlerin Buluşmasında Bediüzzaman Said Nursi’nin Rolü”

KATILIMCI LİSTESİ

Alpaslan AÇIKGENÇ, Prof.Dr.  (Panelist)
Abdüssamet DEMİR
Murat ÇİFTKAYA
Mustafa ULUSOY, Dr.
Nejat ADAY, Dr.
Nuri ÇAKIR, Doç.Dr.
Ömer Faruk UYSAL, Av.
Reha FIRAT
Sadık YALSIZUÇANLAR
Safa MÜRSEL, Av.
Senai DEMİRCİ,Dr.
Yusuf KAPLAN, Doç.Dr.

“Medeniyetler arası diyalog” günümüz dünyasında bir ihtiyaç ve hatta bir zorunluluktur.

Yaklaşık on seneden bu yana, “Medeniyetler Çatışması” tezinin hayata geçirilmesine yönelik çabalara şahit oluyoruz. Ancak, bugün dünyanın ihtiyaç duyduğu şey çatışma ve gerilim değil, barış ve diyalog içinde birarada varolmaktır.

Bediüzzaman, eserlerinin pek çok yerinde medeniyetle ilgili tahlillere yer vermiş, özellikle ilk eserlerinde medeniyetin insanın gelişimi için zaruri olduğunu, hatta medeniyeti istemenin insaniyeti istemek olduğunu belirtmiştir. Bediüzzaman’ın “Kur’an medeniyeti” olarak ifadelendirdiği tasavvur, esasen “insan-ı kâmil”i esas alan mahiyettedir. Yani, daha çok tüketen, bedensel esenliği önceleyen bir insan değil, dünyada ahirete hazırlanmak için yaşayan, hayat standardını değil, hayat kalitesini arttırmaya, diğer bir deyişle hayatı daha anlamlı ve derinlemesine yaşamaya çalışan, Rabb’ini tanımaya, O’na kul olmaya çalışan bir insandır.

Bediüzzaman’ın topyekün ve peşinen bir Batı karşıtı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bediüzzaman, Batı medeniyetine iyilikleri ve kötülükleri açısından bakmış, topyekün reddetmemiş, faydalı kısmının -ki bunlar semavî dinlerin verdiği derslerle ortaya çıkmıştır- alınmasında sakınca görmemiş, hatta bunun bir görev olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte, iki dünya savaşı neticesinde Batı medeniyetinin zorba ve kan dökücü yüzünün belirgin hale gelmesiyle, sözkonusu medeniyetin günahlarına ve kötülüklerine dikkat çekmekten geri durmamıştır.

Bugün, öncelikle, medeniyetler arası diyalogda tecavüze, tahakküme ve üstünlüğe dayalı bir dilin terk edilip, şiddeti dışlayan, ötekini anlamaya çalışan bir diyalog diline ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman’ın “ben ve öteki” ayrımı devlete, ırka veya gruplara dayalı bir ayrım olmayıp, öncelikle içselleştirilmiş bir “kalb-nefis” karşıtlığı ve “hidayet-dalalet,” “hak-haksızlık”, “adalet-zulüm” zıtlığına dayalı bir ayrımdır. Yani, Müslüman öznenin elinden çıkan her eylem Müslümanca olmayabileceği gibi, Müslüman olmayan bir kişinin de İslam’a uygun eylemlerde bulunabileceğini kabul etmektir. Bediüzzaman Müslümanların değil, İslam’ın hakikatlerinin üstünlüğünü gözetir ve hedefler.

Bugün Müslümanların coğrafi mensubiyetlerinin etkisinde kalarak Batı karşıtlığı geliştirdikleri gözlenmektedir. Buna karşılık, Bediüzzaman kendisini böyle bir karşıtlığa mahkûm etmemiş, İslam’ın evrensel ilke ve değerlerini modern dünya insanının vicdanına ve aklına sunmuştur. Bunu, zorbalığa karşı başkaldırdığını söyleyen aktüel eylemci Müslümanların hareketleri karşısında özellikle hatırda tutmak gerekir. Diğer bir ifadeyle, Müslümanlar, İslam’ın reddettiği unsuriyetçilik ve milliyetçiliği bu kez din temelinde yeniden üretme hatasına düşmemelidir.

Bediüzzaman’ın medeniyetler arası diyalogda gözetilmesi gereken bir diğer vurgusu, “İsevilik din-i hakikisi”nin mensuplarıyla kurulması gereken diyalogdur. Bu vurgu, mevcut farklılıkları bir düşmanlık ve çatışma nedeni yapmak yerine, bir arada yaşamanın yollarını aramak için bir çıkış noktasıdır.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir diğer nokta da, Bediüzzaman’ın “Kur’an medeniyeti”nin ihyasına yönelik çabalarıdır. İslam medeniyetinde Kur’an’dan kaynaklanan üç ilim anlayışı vardır. Birincisi, vahiyle gelen bilgi anlamında Kur’an ve hadis. İkincisi, veraset yoluyla nübüvvetten alimlere intikal eden ve burada tebliğ ilmi olarak adlandıracağımız bilgidir. Üçüncüsü ise, akademik olarak oluşturulan kâinat, insan ve topluma ait bilgi türüdür. Medeniyetler bu üç bilgi türüyle şekillenir, bunu medeniyete yansıtan da insandır. Halihazır Batı medeniyetinde vahye dayalı ilmin ve tefekkürün çok cılızlaştığını, etkisini kaybettiğini, buna karşılık üçüncü tür, yani seküler bilginin hakimiyet kurduğunu görüyoruz. Bu noktada, Bediüzzaman’ın, Kur’an medeniyetini ihyayı hedeflerken, üçüncü tür bilgiyi, yani bilimsel bilgiyi vahiy doğrultusunda dönüştürmeyi amaçlaması, eserlerinde bunun örneklerini vermesi anlamlıdır. Ve sadece Müslümanlar için değil, vahyin rehberliğine muhtaç bütün insanlar için altı çizilmesi gereken bir husustur.

Diğer taraftan, Müslümanlar günümüzde Batı medeniyetine karşı takınacakları tavrı sağlıklı biçimde belirlemek gibi zorlu bir meseleyle karşı karşıyadır. Batı’yı tamamen dışlamak veya tamamen benimsemek sözkonusu olmayacağına göre, hangi unsurlarının alınacağı hususunda bir iç muhasebeye ve tartışma zeminine ihtiyaç vardır. Bu açıdan, “Batının sadece bilim ve teknolojisini alma”nın çıkar bir yol olup olamayacağı tartışmalıdır. Tam da bu noktada, Bediüzzaman’ın bilim ve teknolojinin hakikatini Peygamber Mucizeleri’ne dayandırarak ve her bilimin ve teknoloji dalının İlahi bir isme dayandığını belirterek, pratik olarak hepimizi kuşatan bilim ve teknolojiyi sadece dünyevi bir fayda kaynağı olmaktan çıkaran, marifet ve kulluğa götüren bir zemine oturttuğu söylenmelidir. O yüzden, bugün Müslümanların yapması gereken, bilim ve teknolojinin halihazırdaki dünyevî ve vahiydışı algı ve kullanımının tehlikesini fark etmektir.

Medeniyetler arasındaki gerilim noktalarından birisi olarak “ilerilik-gerilik” konusunda da Bediüzzaman’ın ilkeleri esas alındığında, Müslümanlar maddi ve dünyevi kulvarda beyhude bir yarışa girmek yerine, kendileri olmayı, kendi kâinat ve insan algılarını hayata geçirmeyi, bu yolda veri olan bilimsel ve teknolojik kazanımları kullanmalıdır. Ki, Bediüzzaman bu zaman için Müslümanların en fazla Kur’an’ı örnek alarak belagat ve söz sanatında ilerlemeleri gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu, modern medeniyetin tadil ve ıslahı için Müslümanların omuzlarına kader tarafından yüklenmiş bir görevdir. Said Nursi, medeniyetin iyilik ve güzelliklerinin çirkinlik ve kötülüklerine galip gelmesi için İslamiyet’in kuvvetine ihtiyaç olduğunu belirtir. Bunun için de, Müslümanların kendi insan ve kâinat algılarını anlaşılır ve etkileyici bir dille muhataplarına anlatabilmesi gerektiğini söylemek yanlış olmaz. Diğer bir ifadeyle, bugün mevcut medeniyetin yitirdiği manevi bir hayat ve ruhtur. Bu ruhu da ona üfleyebilecek, ancak saf ve bozulmamış bir geleneğin takipçileri olarak Kur’an’ın talebeleri olabilir. Bediüzzaman, eserleri ve eylemleriyle bu görevi yerine getirmiştir.

Her medeniyet kâinat ve insan tasavvuruna dayanır. Medeniyet, her şeyden önce, semboller bütünüdür. Said Nursi’nin, bir semboller sistemi olarak geleneksel İslami terminolojiyi eserlerinde muhafaza ederek ve yaşatarak fiilen de Kur’an medeniyetinin ihyasına hizmet ettiği söylenmelidir.

Sonuç olarak anlaşılıyor ki, Bediüzzaman, medeniyetlerin insanlığa ilahi mevhibe olarak bahşedilen hidayet zemininde oluşturulabilecek müsamaha bağlamında buluşmasını öngörmektedir. Bu zemin, hayatta dayanak noktası olarak kuvvet yerine hak ve adaleti esas almaktadır. Hedefi ise menfaat yerine fazilettir. Birlik noktası etnik milliyetçilik yerine din, vatan, sınıf ve insanlık gibi ortak paydalardır. Yine, hayat ilkesi olarak, birbiriyle mücadele yerine yardımlaşma kabul edilmektedir. Toplumsal kurumlaşmada esas aldığı ilke ise, nefsin arzu ve ihtiraslarını teşvik yerine, ruhun ulvi duygularının doyurulmasıdır.

Sonsözü Bediüzzaman’a bırakacak olursak: Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiye’nin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiye’den bekleyebilirsiniz.” (Hutbe-i Şamiye, s. 41-43.)