Bediüzzamanın Müdafaa Yöntemi

Said Nursî’nin, iman hizmeti olarak nitelendirilen irşad faaliyeti, siyasal içerik taşımamaktadır.Ancak devlet, benzer diğer faaliyetler gibi kendi siyasetine aykırı olan bu faaliyeti de engellemek ve sindirmek istemişve bu amaçla başlıca iki yöntemi bir arada kullanmıştır: Yasal takip (dava) yöntemi ve illegal (zorbaca) yöntemler.

İllegal saldırılarla kastettiğimiz, Said Nursî ve talebelerine karşı kanun dışı yöntemler kullanılmışolmasıdır. Örneğin sahte deliller oluşturmayı sağlayacak iftiralar, ölümünü sağlayacak zehirlemeler, normal gözaltı-tutuklamasınırını aşan ve işkenceye dönüşen gözaltı-tutukluluk halleri gibi.

Said Nursî, bu kanunsuz uygulamalara karşı aynı (illegal) yöntemle mukabele etmemiştir. Örneğinkendisinin ya da talebelerinin canına kasteden ya da legal tedbirlerle yetinmeyip haksız yere zulmeden kişileri, bir karşıhareketle tesbit ve imha etmeye ve dolayısıyla bunu sağlayacak illegal karşı oluşumlar (komiteler-cepheler) kurmaya teşebbüsdahi etmemiştir. Belirtelim ki bu tarz bir savunma, bir "meşru müdafaa hareketi" kılıfına rahatlıkla büründürülebilirdi.Oysa Said Nursî, asayişi muhafaza, müsbet hareket ve iman hizmetinin zarar görmemesi gerekçeleriyle, bu tarz bir"meşru" müdafaa biçimine yönelmemiş ve müsaade etmemiştir.

Bu tutum kimilerince bir zaafiyet ya da korkaklık olarak değerlendirilebilmektedir.

Ancak Said Nursî’nin bu tür saldırı hareketlerinin içinde olanlara (polis müdürü, savcı) karşıbeddua etmeyip, sadece ıslahları için dua etmesi; karşı komitacılığı korkaklık ve hatta imkansızlık ya da zayıflıknedeniyle değil, gerçekten uygun görmediği için benimsemediğini açıkça göstermektedir.

Bu konuda örnek ve delil olması nedeniyle aşağıdaki parçayı nakletmekte fayda görüyoruz.

"Benim şahsımı çürütmek fikriyle, bir kısım resmî memurlar, hiç kimsenin inanmayacağıisnatlarda bulundular, pek acip iftiraları işaaya çalıştılar. Fakat kimseyi inandıramadılar."

"Ezcümle, bir ay bizi tecessüs eden memurlar bir şey bahane bulamadıklarından, bir pusula yazıpki, ‘Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.’ o pusulayı imza ettirmek için hiç kimseyibulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehditkârâne: ‘Gel bunu imza et’ demişler. O da demiş: ‘Tövbelertövbesi olsun, bu acip yalanı kim imza edebilir?’ Onları, pusulayı yırtmaya mecbur etmiş."1

İkinci saldırı türü olan legal saldırı (suçlama-ceza davası) yöntemine karşı da Said Nursî’ninsavunma yöntemi yine yargısal ve legaldir. Yani mer’i hukukun içinde kalarak, yargı önünde suçsuzluğunu ispat etme yönteminibenimsemiş ve bunda büyük ölçüde muvaffak olmuştur.

Legal Saldırıların (Ceza Davalarının) Temel Özellikleri

Said Nursî ve Nur Talebelerine karşı açılan davalarda ilk hareketi başlatan güç, çoğunluklaherhangi bir ceza davasını başlatan legal güçten farklı olmuştur. Şöyle ki;

Kural olarak savcı, suç işlendiğini ya bir şikayet-ihbar yazısı (yanlışlıkla dilekçe denir)-üzerineya da kendisine bağlı bir memura (polise-jandarmaya) intikal eden bir adli vakıa nedeniyle öğrenir. Bunun üzerine savcıkendiliğinden harekete geçer, ilk soruşturmayı yapar ve gerçekten suç işlendiği kanaatine varırsa, suçlu olduğunakanaat getirdiği kişiyi (suçu değil) mahkemeye sevk eder ve yargılama başlar.

Dolayısıyla neyin suç olduğu ve kimin ya da kimlerin bu suç nedeniyle takip edilip yargılanması (yargılanmaızdırabına katlanması) gerektiği, öncelikle savcının takdirindedir.

Nurculuk konusunda da bazen bu yöntem işlemiştir. Ancak çoğunlukla uygulamada, hükümetler, bakanlarvasıtasıyla valilere, kaymakamlara, nahiye müdürlerine ve hatta polis-jandarma komutanlarına kendilerince suç gördükleriolaylarda suç takibi için kanunsuz ve yetkisiz emirler vermişler ve bunlar da sicil astlarını yönlendirerek, savcıya-hakime(adliyeye) rağmen takibat başlatabilmişlerdir.

Savcılar da çoğunlukla, kendilerine rağmen-kendileri istemeseler de-açılmış olan suç dosyalarınıtakipsizlikle sonuçlandırmaya cesaret edememişler ve böylece Nurculukla ilgili davalar, hükümet politikalarınınsonucu olarak gereksiz yere artmıştır.

Bu davalarda son sözü söyleyen hakimler, genellikle adaletli davranmışlar ve beraat ve iade kararlarıvermişlerdir. Ancak, hakimlere ve mükerrer hükümlerine rağmen, yargı dışında başlatılan yargılama süreci birbaskı, zulüm ve yıldırma aracı olarak kullanılagelmiştir.

Said Nursî’nin Savunmada Kullandığı Yöntemler

1. Said Nursî her şeyden önce, ancak bir lidere yakışacak biçimde, kendisini değil davasını ve davaarkadaşlarını savunmuştur. Bu tarz, talebelerinin savunmalarına da aynen yansımıştır. Nur Talebeleri, Üstadlarıile olan münasebeti ya da aralarındaki manevi bağı red ya da inkar etmemişler, Nur Risalelerinin hikmetini veya faydasınıher vesileyle zikretmişlerdir.

Nurculuğun önemli dava adamlarından ve avukatlarından Bekir Berk’in, ilk vekaletini aldığı NurTalebeleri olan Zübeyir Gündüzalp ve Ceylan Çalışkan’a "sizi hapisten kurtarmamı mı yoksa fikirlerinizi savunmamımı istersiniz" diye sorduğu ve "fikirlerimizi hakkıyla savun, yeter" cevabı üzerine davayı kendi davasıve fikri olarak benimsediği ve bir Nur Talebesi haline geldiği, buna güzel bir örnektir.

Bu yönüyle savunmalar, Nurculuğu tanıtmaya yönelik bir propaganda vasıtasına dönüşmüştür. Hattabunu gören kimi hakim-savcılar, yargılama usulü kurallarını ve savunmanın kutsallığı ilkesini hiçe sayarak, bazıhaksız uygulamalarla, mahkemelerde Nurculuk hakkında bilgi verilmesini engellemeye çalışmışlardır.

2. Said Nursî ve Nurcular, ceza tehdidine önem vermemişler, davalarda beraat etmeyi, cezadan kurtulmak içindeğil, öncelikle kamuoyu nazarında beraat etmenin bir tür ön şartı olduğu için talep etmişlerdir.

Esasen hapishaneye medrese-i Yusufiye namını veren ve gerçekte de burayı bir irşad ve hizmet zeminiolarak kabul eden yaklaşımın, başka türlü bir müdafaa yöntemini benimsemesi düşünülemezdi.

Nur hizmetinin temelde Nur Risalelerini okumaya ve okutmaya (neşretmeye) bağlı olduğu ve diğer bütünhizmet yöntemlerinin (araçlarının) bu asıldan kaynaklandığı nazara alındığında, cezaevlerinin, Nur derslerininyapıldığı bir medrese haline gelmesinin, Nur hizmetinin devamı için gerekli ve yeterli olduğu anlaşılır.

Gerçekten, tarih boyunca hiçbir fikir hareketi, sadece hapis ve baskı ile engellenememiştir. Zira gönülferman dinlemediği gibi, akılda ferman dinlemez. Düşünceye zincir vurulamaz. Fikirler kilit altına alınamaz. Birfikrin takipçileri topyekün imha edilmedikçe, hapiste de olsalar, bu fikirler mutlaka bir vicdanda makes bulur. Bu, ya birhücre arkadaşı veya bir gardiyan, bazen de bir hakim ya da savcı olur. Bunun bilincinde olan Nur Talebeleri de hapis yada ceza tehdidine önem vermemişlerdir.

Aynı durum, idam tehdidi için de geçerlidir. Said Nursî, çeşitli mektuplarında, "idam kasdıile," "idam planıyla verildiği mahkemede" gibi ifadelerle Eskişehir, Denizli ve Afyon davalarının idamniyetiyle açıldığını ifade etmekle birlikte, açılan davaların idam talebi içerdiğine dair bir bilgimiz yoktur.Teknik olarak, davalarda idamı öngören 146. maddeye dayanılmamış olup 163. madde de idam cezası öngörmemektedir.Ancak minareyi çalan kılıfını uyduracağı için bu konuyu ayrıca tartışmaya gerek görmüyoruz.

3. Savunmalarda asıl amaç beraat etmek değil, bilgilendirmek ve hatta bir tür propaganda yapmak olunca,"takiyye" yapmaya ihtiyaç duyulmayacağı da açıktır.

Gerçekten Said Nursî, takiyyeye yabancı bir hizmet metodu ihdas etmiş ve bunu hem kendisi hem detalebeleri, mahkeme savunmalarında da sürdürmüştür.

"Takiyye" basın yayın organlarında, kamuoyuna, olumsuz anlam içeren bir kavram imiş gibi gösterilmektedir.Oysa bu kelime kavram olarak "1. sakınma çekinme, 2. birinin mensup olduğu mezhebi gizlemesi" anlamınagelmektedir. Bu anlamda takiyyenin bir savunma yöntemi olarak dinen yasaklandığı söylenemez.

Ancak Said Nursî bir hizmet metodu gereği olarak, dinen mübah olan bazı hareketleri talebelerine yasakladığıgibi kendisi de-hediyeyi kabul etmek, evlenmek2 gibi-bazı sünnetleri, yine hizmetinin bir gereği olarak terketmiştir.

Bu kapsamda, Said Nursî’nin dinen yasak olmamasına rağmen takiyyeden uzak durmasının, kanaatimizce en önemlisebebi, zaten "öküzün altında buzağı arayan" hasımlarına "ikiyüzlülük" ihtimalini çağrıştıracakbir koz vermemektir. Zira net bir görüntü hasmı korkutur, dostu ise gerçek bir dost yapar. Fikirlerin, mahkeme önündetakiyyeyle elde edilmiş bir beraatten çok, kamuoyu nezdinde ve toplum vicdanında berraklığa ihtiyacı vardır.

4. Said Nursî’nin ve talebelerinin bazı davalarda, bir tür ajitasyon ya da zımni tehdit içeren bazıifadeler kullanmış olmasının sebebi nedir? Örneğin, "Eğer maddî müdafaadan Kur’an menetmeseydi, bu milletin candamarı hükmünde, umûmun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler, Şeyh Said ve Menemen Hadiseleri gibicüz’î ve neticesiz hadiselerle bulaşmazlar; Allah etmesin, eğer mecburiyet derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-iNur’a hücum edilse, elbette hükümeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar."3

Bu sözler bir tür tehdit sayılabilir. Ancak onun bu sözlerine rağmen, böyle bir suç isnadı ile hakkındayeni davalar açılmamış olması da göstermektedir ki, bu sözlerin asıl amacı, mahkemeleri, beraat kararı vermeyezorlamak amacıyla tehdit etmek değildir.

Gerçekten aksi düşüncenin kabulü, hem Said Nursî’nin müsbet hareket ve asayişi muhafaza ilkeleriylehem de mahkumiyetten korkmadığı ve savunmalarını beraat etmek hedefi (temeli) üzerine kurmadığı tezine aykırıolur. Nitekim kendisi de "Kur’an menetmeseydi…" diyerek bu gerçeği ifade etmektedir.

Bir başka örnek, Zübeyir Gündüzalp’in Afyon Mahkemesi müdafaalarından verilebilir.

"Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirtlerine vereceğiniz beraat kararını bütünbir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursî, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemişolsaydı; Gönüllü Alay Kumandanı olarak Harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi hürmetkâr olan binlerRisale-i Nur şakirtleri, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararınıbekleyeceklerdi."4

Bu ifadede de bir tür şartlı tehdit var sayılabilir. Ancak "eğer Said Nursî, musibet zamanındatalebelerine sabır, tahammül ve itidal telkin etmemiş olsaydı" denilerek ifade yumuşatılmakta ve müsbet bir yöneçevrilmektedir.

Bu tür ifadelerle, korkması gerekenlerin yüreklerine korku salındığı açıktır. Ancak bu korkutmanıntehdit niteliği taşımadığı ve suç sayılmadığı da bir gerçektir.