Bediüzzaman ve Demokrasi

İslâm ve Demokrasi-4

1908 yılında Meşrutiyetin ilanıyla birlikte parlamento ve anayasanın yeniden yürürlüğegirmesini Şeriat adına alkışlayarak sahip çıkan Bediüzzaman, meşrutiyetin hakikatlerini "sarahaten ve zımnen veiznen" dört mezhepten çıkarılacak hükümlere dayandırmanın mümkün olduğunu ileri sürmüştür. Anayasa,meclis, kanun üstünlüğü, adalet, eşitlik gibi meşrutiyet çatısı altında toplanabilen bütün hakikatlerin ya açıkhükümler halinde veya işari olarak veyahut izinle dört mezhebin bünyesinde yer aldığını; dolayısı ile meşrutiyeti"delail-i Şeriat" ile kabul eden Bediüzzaman, Şeriatın hakiki mesleğinin bu hakikatler olduğunu söyler. Böyleyapmaktaki maksadı İslam alimlerini istibdat taraftarı olarak kabul eden ve Şeriatı istibdada müsait zannedenzihniyetin bertaraf edilmesi idi. Alimler ve Şeriat böyle bir zan altında kalmaktan kurtarılmalıydı. Lakin bu zannakuvvet verecek temayüller de yok değildi. Meşrutiyet görüntüsü altında ve hürriyet zemininde yeni bir istibdadıngelme ihtimali vardı. Bazı insanlar, ortamdan istifade ile kendi maksatlarına meşrutiyeti alet etme peşinde idiler. Bunamani olmak ve yeni tip bir istibdadın önüne geçebilmek için Bediüzzaman, Ayasofya’da bir nutuk irad ederekparlamenterleri "meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telkin ve öyle telakki" etmeleri yolunda uyarmıştır.Çünkü meşrutiyet uygulamalarının şer’i olduğu ve Şeriat çerçevesinde kalınması gerektiği açıktır. Cahilfertler ve avam tabakası hürriyeti kayıtsızlık olarak anlarsa sefahat ve itaatsizliğe sürükleneceklerdir. Hürriyet,Şeriatın adabı içinde yaşanmalıdır. Zaten hakiki hürriyet de başkalarının sınırlı olan hürriyetlerinden müteşekkildir.Hürriyeti sınırsız yaşama uğruna kul olduğunu unutan fert, nefsin istibdat ve esareti altına girmiş olacaktır.1

Bediüzzaman, dünyevi saadet, yani sosyal refah ve kalkınma için, kaçınılmaz bir şart olarak gördüğüo zamanın anayasal parlamenter rejimi olan meşrutiyeti "hakiki adalet ve meşveret-i Şer’iyyeden ibaret" olaraktarif etmiştir.2 Hakiki adaletin gerçekleşmesi için gerekli olan parlamento, Şeriatın iki ayetle emretmişolduğu meşveretin bir tezahürü, kanun üstünlüğü ise bir diğer şarttır. Kanun önünde eşitlik olmaksızınadaletten söz etmek mümkün değildir.Bediüzzaman’a göre her zamanın bir modası vardır ve yönetimler bulunduklarızamanın modasına, yaşadıkları toplumun o günkü yapısına uygun olarak ortaya çıkarlar. Buna göre, istibdadınhakim olduğu zamanlarda nokta-i istinat kuvvettir; "hakim, hissiyat ve cebr"dir. Meşrutiyet yönetiminde isekuvvetin yerini hak, cebrin yerini muhabbet, hissiyatın yerini ise fikir almıştır. Meşrutiyet zamanlarının hakimi"hak, marifet, kanun ve efkâr-ı âmme"dir. Meşrutiyetin esaslarından olan parlamento, Şeriatın emrettiği meşveretolduğu gibi, efkâr-ı âmme (kamuoyu), çoğunluğun iradesi ve seçim gibi esaslar Şeriatın kaynaklarından olan"icma-i ümmet ve rey-i cumhur" esaslarına tam bir uygunluk arz etmektedir.

Bediüzzaman, Meşrutiyet yıllarında yazdığı eserlerinde, meşrutiyeti Şeriat adına savunurken, "Şeriatınve müsemma-i meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim" diyerek ismin değil, muhtevanın ve mananınönemli olduğunu ortaya koymaktadır. Başka bir ifade ile meşrutiyet ismini taşıyan şey ile Şeriatın uygunluğunuiddia ederek ispatlamıştır. Bu tavır gerçekten dikkat edilmesi gereken bir tavırdır ve Bediüzzaman’ın bu tavrı"tebeddül-ü esma ile hakikat tebeddül etmez"3 ölçüsüne uygundur. Meşrutiyet bir isimdir, önemliolan onun hakikati, yani müsemmasıdır. Bu ölçüyü te’yiden yine Bediüzzaman bir makalesinde, "Umum makalatımdakiumum hakaikta nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mazi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletname-i Şeriatladavet olunsam; neşrettiğim hakaikı aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa zamanın ilcaatına göre bir libas giydireceğim. Şayetmüstakbel tarafından üç yüz sene sonraki tenkidat-ı ukala mahkemesinden tarih celbnamesiyle celb olunsam, yine buhakikatleri tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamamakla beraber, taze olarak orada da göstereceğim"demektedir.

Zamanın modasına göre libas giydirmek ve çatlayan yerleri yamalamak tabirleri bizi Bediüzzaman’ın"O zaman meşrutiyet. Şimdi o kelime yerine cumhuriyet konulmuş"4 ve "cumhuriyet ve demokratmanasındaki meşrutiyet"5 ifadelerine götürmektedir. 1909’da gazetelerde neşrettiği makalelerini 50’li yıllardayeniden neşrederken yaptığı düzeltmeler ve düştüğü dipnotlarında yer alan bu ifadeler, aynı ölçününuygulanmasından başka bir şey değildir. Zaten anayasal parlamenter sistemin o günkü ifadesi olan meşrutiyetidestekleyen Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde çok partili demokratik hayata geçildiğinde Demokrat Partiyi destekleyerek,hem demokratik bir uygulama olan siyasal katılımda yerini almış, hem de nazari olarak demokratik parlamenter sisteminsavunucusu olmuştur. "Elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder ki, ben eskiden beri cumhuriyetçiyim. Zira Hulefa-i Raşidinhem halife, hem de cumhurreisi idiler" şeklindeki ifade bu çizginin bir göstergesidir. 1935’de EskişehirMahkemesinde yaptığı müdafaada kullandığı bu ölçü, 1911’de Münazarat adlı eserinde ortaya koyduğu ölçü ile deaynıdır. Meşrutiyet döneminde ortaya koyduğu esasların Cumhuriyet döneminde de geçerli olduğu su götürmez birhakikattir. Daha sonra sadece zamanın modasına göre bir elbise giydirilmiştir. Zaten eski eserlerini yeniden neşrederken"Nur Talebelerine bir ders-i içtimaidir" notunu düşmeyi ihmal etmemiştir. "Önemli olan isim değil, ifadeettiği mana ve muhtevadır" gerçeğinden hareketle, Bediüzzaman’ın Cumhuriyet öncesi yazdığı eserlerinde açıklığakavuşan müsemma-yı meşrutiyet ile Şeriatın uygunluğu, demokrasi ve Şeriatın uygunluğu olarak anlaşılmalıdır.Çünkü Bediüzzaman’ın meşrutiyet için yaptığı tarif ve açıklamalar bugünün yönetim biçimi olan demokrasiyeuygulandığında hiçbir çelişki ve uyumsuzluk görülmemektedir.

1935’de Eskişehir Mahkemesi müdafaasında öne sürdüğü söz konusu iddiaya, adeta 1911’de kendisinesorulan bir soru kaynak teşkil etmektedir: "Şimdiki meşrutiyet nerede, onların harekatı nerede, hilafet ve saltanatnerede? Nasıl tatbik ediyorsun? Yekdiğerine musafaha ve temas ettiriyorsun, aralarında karnlar ve asırlar vardır."

Bediüzzaman cevabında hakikatlerin değişik şartlar ve farklı zamanlarda değişik isimler kazanmalarınınmümkün olacağını vurgulayarak meşrutiyeti kanun kuvveti olarak tarif ettikten sonra, Dört Halife Dönemi ile esaslıbir paralellik arz ettiğini ifade ediyor.6 Anayasal parlamenter rejimin veya diğer bir ifadeyle demokratik yönetimşeklinin Şeriata muhalif olduğu iddiasına ise "Ruh-u Meşrutiyet Şeriattandır" diyerek ruhu, yani mana vemuhtevayı öne çıkaran bir cevap veriyor. Bununla birlikte, zamanın hükmü olan "ilca-yı zaruret" yanizaruretin getirdiği ile teferruatta geçici olarak Şeriata muhalif uygulamaların da olabileceğini kabul ederek bu durumun"muvakkat" olacağını öne sürüyor. Böyle demokratik bir yönetim esnasında bütün yapılanlarındemokrasinin gereği olarak addedilmemesi lazım geldiğini ise onun "Meşrutiyet zamanında ne oldu ise Meşrutiyettenveya onun müsemmasından kaynaklanmadığı" şeklindeki tespitinden çıkarmak mümkündür. Çünkü demokratik bir yönetimdemeydana gelen birtakım bozukluk ve aksaklıkların demokrasiden kaynaklandığı iddia edilerek demokrasi veya onun müsemmasınınmahkum edilmesi elbette adaletli değildir. Buradan hareketle denilebilir ki, demokrasinin uygulamalarında Şeriata uymayanteferruata ait hadiselerin gösterilmesi demokrasinin Şeriata uygun olmadığını ispat için yeterli değildir. Bediüzzaman’agöre Şeriata muhalif gibi görülen bu haller ilca-i zaruret ile ortaya çıkmış olabilir. Zaten "yeryüzünde hangişey vardır ki, her cihetle Şeriata uygun olsun; hangi adam var ki, bütün halleri Şeriata uysun." Öyleyse bir şahs-ımanevi olan hükümetin de tamamıyla masum olması beklenemez. Kusursuz bir yönetim ve hükümet Bediüzzaman’a görehayalidir ve muhaldir. Ayrıca böyle haller zaruretten kaynaklanmışsa Şeriatın "zaruretler haramları mübah kılar"kaidesince zaruretin gereğini uygulamak da vaciptir. Mesela; kangren olmuş bir parmak kesilmelidir.7

Bu konudaki bir diğer yaklaşım da hükümet ve parlamentonun işleyişi ile ilgilidir. Dinin zaruriyatı hükmündeolan değişmeyen ahkam, parlamentonun teşri, yani yasama yetkisi dahilinde değildir. Meclis, siyasi maslahatlar veiktisadi politikaların gerekleri üzerine çalışacak ve yürütmeyle ilgili kanunları yapacaktır.8 Kaldı ki,meclisin veya hükümetin ilca-i zaruret ile yaptıklarının Şeriata uygun olmaması halinde yine endişeye gerek yoktur;çünkü "Şeriatın ancak binde biri siyasete taalluk eder. Siyasetteki bir ihmal ile Şeriat ihmal edilmişolmaz."9 Eğer yöneticilerin İslamiyet’i yaşayıp yaşamamalarından doğan bir endişe de yersizdir. Çünkühükümet hizmetkardır; idare bir maharet ve sanattır; iş ve sanat konusunda kişinin mahareti gözönüne alınmalı, günlükyaşantısı ölçü olmamalıdır; çünkü "fasık bir adam güzel çobanlık yapabilir; ayyaş bir adam ayık ikeniyi saat yapabilir."10

Anayasal parlamenter rejimin Şeriata uygun olmadığını iddia edenler, "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler,ancak zalimlerdir" ayetini delil olarak gösterdiklerinde ise Bediüzzaman’ın cevabı nettir: "Hükmetmemek,tasdik etmemek manasındadır."11 Sözkonusu iddiaya göre anayasa ve parlamentonun yaptığı kanunlar çerçevesindeicraat yapan hükümet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmediği için Şeriata uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır.Halbuki bu ayetlerin Yahudileri muhatap alarak onların o zamandaki bazı tavırlarını kastettiğini bilen, hükümlerinbazısının mutlak olmayıp mukayyet olduğunu, yani zaman ve şartlara göre yorumlanıp anlaşılması gerektiğini veKur’an’ın ıstılahınca "hükm"ün "tasdik" olduğunu bilen bütün müfessirler gibi Bediüzzaman da"hükmetme"yi inkar etmemek olarak almış ve "İmtisal etmemek, inkar etmek değildir" düsturuyladurumu değerlendirmiştir. Demokratik bir rejimde diğer dinlere ve inançlara mensup olanlarla birlikte yaşamanın da Şeriatamuhalif olmadığını izah eden Bediüzzaman, "Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayınız" âyetiyle yasaklanandostluğun "onların Yahudilik ve Nasraniyet cihetlerine ait" olduğunu vurgulayarak diğer dinlerin mensuplarıylayapılan ticaretler, anlaşmalar ve kurulan paktların onların sanat, ticaret ve diğer sıfatları ile ilgili olduğunuifade eder. Kanunlar çerçevesinde onlarla birarada, aynı toplumun içinde yaşamak, sözü edilen ayetin hükmüne dahildeğildir. Onlarla kurulan dostluklar ve münasebetler dinleri ve zatları için değil, sanatları ve sıfatları içindir.Çünkü bir kafirin bütün sıfatları kafir olmak gerekmez. Bir Müslüman diğer insanların güzel sıfatları ve sanatıiçin dostluklar kurabilir, münasebetler geliştirebilir. Zaten Şeriatın da gayr-i müslim kadınlarla evlenmeyiyasaklamamış olması bu ölçüye binaendir.12

Sonuç

Meşrutiyeti şer’i deliller ile meşru kabul eden Bediüzzaman Said Nursi, Şeriat adına hürriyet ve meşrutiyetimüdafaa ederken, kendi ifadesi ile, "nam-ı mukaddes-i Şeriatı, meşrutiyet kuvvetiyle ila’ ve meşrutiyeti Şeriatkuvvetiyle ibka" etmeyi hedeflemiştir. Şimdiki ifade ile "Şeriatın mukaddes ismi meşrutiyetin kuvveti ile yükselecekve meşrutiyet de Şeriat kuvveti ile ayakta duracak, varlığını devam ettirecektir." Bu hedefi bugünkü şartlarauygulayacak olursak, İslamiyet, demokratik yönetimlerin tatbik edildiği ortamda en yüksek mevkide yerini alacak ve onun yüceliğiherkes tarafından kabul edilecektir. Mükemmel manadaki demokrasi de ancak İslamiyet’in yaşandığı ortamda gerçekleşecekve devam edecektir.

—SON—